Hititlerde büyü bilindiği üzere epey yaygındır peki büyü yapılmış biri, büyünün etkisinden nasıl kurtarılır? Hitit metinlerinden bir örnek;
1 Išharuwa şehrinden Yaşlı Kadın/Büyücü Kadın Hepattarakki şöyle (söyler): 2 Büyülenmiş bir adamı büyüden kurtardığımda (önce) 3 onu sandalyeye oturturum. Arpa unundan (yapılmış) hamuru 4 alırım ve köpek pisliği ile önünde karıştırırım. 5 Reçine, keçi sütü, alçı 6 kalwišna bitkisini, tapalkušta bitkisini, 7 hahhašiti bitkisini, ewa bitkisini, çalı çırpıyı 8 herhangi bir ağacın dalındaki çiçeği (alırım). 9 Bunların hepsini arpa unundan yapılmış hamura 10 karıştırırım. Bir avuç dolusu öğütülmüş kızılca buğdayla yoğururum. 11 Onunla iki figür yaparım ve merasimi yerine getirdiğim 12 kişinin sağ omuzuna 13 bir figür koyarım. Sol tarafına da 14-15 bir figür koyarım. Karşısında ilaçların eklenmiş olduğu arpa unundan hamuru alırım 16 ve onu adama bastırırım ve şöyle 17 büyü yaparım: 18 Agalmati'yi uzaklaştırırım. (Mekânından ederim) 19 Annamiluli'yi başından 20 kovalarım. Başındaki ateşi 21 söndürürüm ve onu büyüyü yapan adamın 22 başında yakarım. Köpeğin kokusunu senden 23 uzaklaştırırım. Köpeğin pisliğini, köpeğin 24 kemiğini ve köpeği (etini?) tütsülerim (tütsü olarak yakarım). 25 Senin için alt üst ettiği(m) kötülüğü 26 şimdi senden çekip çıkarıyorum, 27 onu kovalıyorum ve sonra 28 büyüyü yapan insanın üzerine atıyorum. (CTH 397.A)
Prof. Dr. Rüstem Aslan: Artık Troya net olarak 5.500 yıllık diyebiliriz
Troya'daki en eski yerleşimle ilgili bilgiye ulaşılmasının dünya arkeolojisi bakımından da önemli olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Rüstem Aslan, artık Troya 5 bin 500 yıllık geçmişe sahip' diyebiliriz. Zaten daha önceki dönemlerde tartışılan bir konuydu ve böylelikle kesinlik kazandı, dedi.
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütünün (UNESCO) Dünya Kültür Mirası Listesi'ndeki Çanakkale merkeze bağlı Tevfikiye köyü sınırları içinde kalan Troya Antik Kenti kazıları başkanı ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Rüstem Aslan, Troya'nın Anadolu'da "höyük yerleşmesi" olarak adlandırılan tarih öncesi toplumların yaşadığı bölgeler arasında çok önemli bir yere sahip olduğuna dikkati çekti.
Prof. Dr. Rüstem Aslan: 80 yıllık aranın ardından kazılara 5 sene önce başladık
Antik kentte halen çalışma yürüttükleri alanın ilk kez 1872'de Heinrich Schliemann tarafından kazıldığını aktaran Aslan, 80 yıllık aranın ardından kazılara 5 sene önce başladıklarını dile getirdi.
Troya-0 olarak tanımlanan döneme ait çok önemli izler bulduk
Bu bölgeye yoğunlaşmalarındaki asıl amacın Troya'nın yerleşim katmanlarına ilişkin yeni bilgilere ulaşmak olduğunu anlatan Aslan, şöyle devam etti: "Biz burada 5 yıldır çalışıyoruz. İlk defa burada Troya-1 diye tanımladığımız döneme ait daha önce bilinmeyen bir merdivenli girişin kaleye ama asıl önemlisi 1988-2005 yıllarında kazı grubu başkanı olan Prof. Dr. Manfred Osman Korfmann'ın tespit ettiği ve Troya-0 olarak tanımladığı döneme ait çok önemli izler bulduk. Özellikle gene ahşap hatıl izleriyle mimariyi ilk kez ve o döneme ait çanak çömlek ve mimari izleri de bulmuş olduk. Böylelikle Troya'nın yerleşim tarihi milattan önce 3000'lerden 500-600 yıl daha geriye gitmiş oldu.
Tabii Troya aslında çok zor bir yer. Özellikle buraya gelen ziyaretçilerin ören yerini, burayı anlaması açısından zor bir yer. Bu nedenle Troya Müzesi'nin de farklı bir işlevi oluyor. Buradan çıkan buluntuların, çizimlerle filmlerle ve animasyonlarla gösterilmesinin Troya Ören Yeri'nin daha iyi anlaşılması daha iyi kavranmasında büyük bir işleve sahip."
- "Net olarak 'Troya 5 bin 500 yıllık geçmişe sahip' diyebiliriz"
Prof. Dr. Aslan, bölgedeki kazılarla Troya'daki en eski yerleşimle ilgili böyle bir bilgiye ulaşılmasının dünya arkeolojisi bakımından da önemli olduğunu vurguladı.
Troya'nın yerleşim tarihinin kesinlik kazandığına işaret eden Aslan, "Net olarak 'Troya 5 bin 500 yıllık geçmişe sahip' diyebiliriz. Zaten daha önceki dönemlerde tartışılan bir konuydu ve böylelikle kesinlik kazandı. Tabii bunun başka sonuçları da olacak. Çanak çömlek açısından, yerleşim tarihi açısından, buradaki doğal çevrenin değişimi açısından önümüzdeki dönemlerde bu alanda devam ettireceğimiz çalışmaların kesinlikle bize çok daha farklı bir Troya resmi sunacağından eminiz." diye konuştu.
Alman arkeolog Dr. Anneliese Peschlow tarafından ilk defa 1994 yılında, Latmos Dağı’nda tespit edilen kaya resimleri günümüze kadar ulaşırken, bin yıl önce bir seramikteki köpek patisi dikkat çekti.
Ekosistemi Koruma ve Doğa Sevenler Derneği (EKODOSD) Başkanı Bahattin Sürücü, Latmos’tan sadece insanların değil, dönem yaşamış hayvanların da izlerinin günümüze kadar ulaşabildiğini ifade ederek, “Latmos Dağları, kültür varlıkları açısından Bizans Dönemi’nde Anadolu’nun en zengin ve en önemli yerlerinden biri olmuştur. M.S. 7. yüzyıldan itibaren Latmos Dağları’nda yapılarını inşa etmeye başlayan bu insanlar, engebeli ve sarp arazi koşullarına rağmen, günümüze kadar ulaşan eserlerini yapmışlar. Seramiğin yoğun olarak kullanıldığı bu dönemden sadece insanların bizlere bıraktığı bu yapılar değil, o dönemde yaşayan bir hayvanın bıraktığı iz de bize kadar ulaştı. Muhtemelen bir Bizanslı seramik ustasının hazırladığı seramiklerin kurutulması için koyduğu alana köpekgillerden bir hayvan girmiş. Henüz yaş olan seramiklerin üzerine basan hayvan, bin yıl öncesinde tarihe izlerini bırakmış. Üzerinde köpekgillere ait bu seramik parçasını sergilenmesi için Aydın ArkeolojiMüzesi’ne teslim edeceğiz” dedi.
Köpekler, birçok Vedik ayette “Shvan” olarak anılır ve Hindu mitolojisinde derin bir anlamı vardır. Sikkim ve Kuzey Bengal’in bazı bölgelerinde ibadet edilmekten hemen sonra köpekler Kalabhairava gibi korkunç tanrıların bağları olmuştur. Ayrıca cennetin yanı sıra cennetin kapılarının koruyucuları olarak kabul edilirler. Eski Hindu dini sembolizmine gelince, köpekler her zaman farklı Lord Shiva biçimleriyle, ıssızlık tanrısı ve sonsuz münzevilerle ilişkilendirilmiştir. Lord Duttatreya ayrıca dört Veda'yı sembolize eden dört köpekle de ilişkilendirilir.
Sarama, bütün köpeklerin annesi olarak adlandırılan dişi köpek ve Lord Indra'nın çalınan ilahi ineklerini almasına yardım eden Tanrıların köpeğidir. Bazı eski inançlara göre, kara köpeklerin de korkunç tanrı Bhairava'nın yeniden doğuşunun olduğu söyleniyor. Mahabharata'da bulunan Yudhistir, cezaları boyunca onları takip eden köpeğe cennette bir yer verilmesini istedi. Bu köpek, en yaşlı Pandava Yudhistir'in doğruluğunu test etmek için bu formu alan Yama idi.
Hindu ölüm tanrısı Yama'nın, dört gözünü dört bir yanından koruyan köpeği var. Birçok durumda, ölüm törenleri sırasında köpeklere yiyecek teklifleri yapılır. Köpekler ağ dünyası ile Dünyadaki varlıklar arasında bir bağlantı olarak kabul edilir. Astrolojiye göre, Rahu ve Shani gezegeninin olumsuz etkilerinden muzdarip insanlar, siyah köpekleri beslerken biraz soluk bulabilirler. Vedalar ve Hinduizm boyunca, çeşitli hayvanlar ya tanrılar biçimini alarak ya da vahanları ya da bağları olarak rol oynadılar.
Hindular arasında Hindistan'da köpeklerle ilgili bazı inançlar ve batıl inançlar da var. Hindistan'da burçlarında güçlü bir Mars'ı olan birkaç kız köpeklerle evlidir. Bu kulağa gelebilir gibi şaşırtıcı, köpekler ile ilgili tüm bu batıl inançları takip eden birkaç kişi hala var. Omenlere inanan insanlar için, kemik taşıyan bir köpeği gören birinin ağzının iyi bir aldatma olduğu söylenir. Eğer evcil köpeğiniz siz dışarı çıkarken hapşırırsa, iyi bir alâmet sayılır. Bunlar Hinduizm'deki köpeklerle ilgili sadece birkaç batıl inanç ve inançtır.
Lord Duttatreya'nın yaşadığı Maharashtra'daki kutsal Gandgapur tapınağında köpeklerin tapınağa girmeleri ve tapınakta yaşamaları yasaklanmamıştır. Köpekler bölgeseldir; Hinduizm'deki köpeklerle ilgili olan alegori, duygulara veya maddelere ilişkin bölgesel davranışa meydan okumaktır. Köpekler gibi insanlar da duygusal ve maddi sınırlarını korurlar. Köpeklerin bu yönünün anlaşılması, kendi davranış eksikliklerimizin içine derin içgörüler verebilir. Başlangıçta kurtlardan evrimleşmiş olan köpekler, kurtlara benzer bir DNA'ya sahiptir. Bununla birlikte, Hinduizm'deki önemi hiçbir zaman kaybolmaz. Tihar, köpeklere sadakat ve korumaları için şükranların bir parçası olarak Diwali döneminde Nepal'de kutlanan bir köpek festivalidir.
Alman Çoban Köpeği gibi insanların eskiden beri insanların hayatlarında sahip oldukları önemi göstermeye devam ediyor
Prehistorya'deki Köpekler
Gri Kurtların ilk ataları, kuzey yarımkürede dolaşan 100 ila 120 milyon yıl önce keodont olarak adlandırılan bir grup etoburdu. Yaklaşık 55 milyon yıl önce, creodonts et yemek için özel çeneleri olan kurt benzeri bir hayvan grubu olan karnavallara neden oldu. Bu ailenin bir üyesinin, Miacis'in, bugünkü TÜM kurtların, köpeklerin, ayıların, rakunların ve çakalların ortak atası olduğu düşünülmektedir.
60-55 milyon yıl önce: köpekler de dahil olmak üzere günümüzün hemen hemen tüm etoburlarının ortak atası olan Miacis bilinen bir köpek türü vardı.
45-2 milyon yıl önce: Bear Dogs (amphicyonidae) olarak bilinen devasa bir tür Kuzey Amerika, Avrupa, Afrika ve Asya'da dolaşmıştır. Canis Lupus, varlığını Bear Dogs ile paylaştı ve Gray Wolf'a (Canis Lupus) en yakın akrabalarından biri.
Ayı Köpek İskeleti (amphicyonidae). Yaklaşık 44 ila 2 milyon yıl öncesine kadar vardılar. (SA 3.0 SA CC)
25 milyon yıl önce: Cynodictis olarak bilinen bir tür, Afrika av köpeklerine ve Avrasya kurt ve köpeklerine dönüşerek ikiye bölündü. Tomarctus, inanılmaz derecede güçlü ısırma çenesi, uzun kuyruğu ve keskin pençeleri ile yaklaşık 7 milyon yıl boyunca varlığını sürdürdü ve Kuzey Amerika'nın çoğunda yaşadı.
Her Zaman Bir Adamın En İyi Arkadaşı Değil: İngiliz Efsanelerinin Siyah Köpeklerini Korkutmak
Yeni Çalışma, İnsan ve Köpeğin 33.000 Yıla Yakın Arkadaş Olduğunu Önerdi
Hesperocyon (eski adıyla Cynodictis) gregarius’un W.B. Scott'ın “Batı Yarımküre'deki Kara Memelileri Tarihi” (Kamu malı)
100000 - 8000
Milyonlarca yıldır insanlar ve kurtlar zengin ormanları ve av uçaklarını paylaşıyorlardı. Yerli köpeklerin (Canis familiaris) Gri Kurt'tan (Canis lupus) evrimleştiği kesin olarak bilinmemekle birlikte, son zamanlarda yapılan köpek mitokondriyal DNA çalışmaları, onların 100.000 yıl önce birbirleriyle birlikte geliştiğini göstermektedir. 2009 yılına kadar uzmanların çoğu evcilleşmenin yaklaşık 14.000 yıl önce gerçekleştiğine inanıyordu, ancak bu fikir, Çek Cumhuriyeti'ndeki bir mağaraya ritüel olarak gömülmüş - M.Ö. 30.000 yıllarına ait birkaç köpek kafatasının keşfedilmesiyle başa çıkmıştı.
2011 yılında, 40.000 yıl öncesine tarihlenen Paleolitik köpek iskeleti, ağzında büyük bir mamut kemiği ile gün yüzüne çıkarıldı; bu, sadece tarih öncesi köpeklerin, insanlar için mamut dişlerini ve kızakları et etmelerini değil, aynı zamanda mamutları da tükettiklerini ortaya koydu.
Fosilleşmiş köpek kafatası, ağız önünden dışarı çıktığı görülen mamut kemiğini tutar. (dünya gizemleri)
Ağzında mamut kemiği bulunan köpek, beynini ölümden sonra dikkatlice çıkardı, bu da muhtemelen hayvanın ruhunu serbest bırakma algılanan süreciyle ilgili ritüel bir öneme sahip olduğunu ortaya koydu.
33.000 yıl öncesine tarihlenen bir başka köpek kafatası, Sibirya'daki Razboinichya Mağarası'ndaki bir insan vücudu ile kurtarıldı, bize bu zamana kadar evcil av köpeklerinin evcilleştirildiğini ve dini / manevi inançlar içinde önemli bir rol oynadıklarını söyledi.
Modern teoriler, kurtların ilk atılan yiyecek artıkları nedeniyle insan yerleşimlerine çekildiğini ve türlerin avcılardan daha iyi temizleyiciler olmaya başladığını göstermektedir. İnsan kamplarını temizlemeyi öğrenmiş olan Tamer kurtları büyümüş, en güçlü avcı kurtlar ise Darwin'in doğal seleksiyon teorisini destekleyen bir hipotez olarak geride kalacaktır.
Peru'daki Prehistorik Sitede Bulunan Boğulan Köpeklerle Gömülü İnsanları Öldürdü
Köpekler, Eski ve Modern: Mitolojik Bir Tarih
Bu zamanda köpeklerle aynı dişlere, çenelere ya da hızlara sahip olmamakla birlikte, insanlar izole edilmiş ve korunmasızdı ve küçük av istasyonları ve yerleşim yerlerinin korunmasına yardımcı olan bu yeni bulunan kurtlardan faydalandılar. Köpekler mükemmel bir erken uyarı alarm sistemi idi ve kıtlıkta bir gıda kaynağı haline geldiler. Zamanla insan ve köpeğin birlikteliği, Dünyadaki ve karşılığında en etkili avcı-katil ekibine yol açtı, köpekler arkadaşlık, koruma, barınak ve güvenilir bir gıda kaynağı edindi.
8000 - 2000 BC
İnsanlar ve köpekler arasındaki ilişki, çiftliğin başlangıcında, insan evcil köpeğin nişasta sevgisini fark ettiğinde M.Ö. 8000 yıllarında sağlamlaşmıştı. Çiftçilikle birlikte, köpekleri aşiret savaşında kullanılan etkili tarım araçları ve silahlar konusunda eğitmeye başladık. Bu doğal beceriler bugün, örneğin belirli becerilere sahip köpek ırklarında açıktır; bekçi köpekleri, polis köpekleri, askeri köpekler, çoban köpekleri ve fare avcıları. Gri Kurtlar, evcil köpekler gibi nişastayı emmezler, bu sırada evcil köpeklerin Gri Kurtlar'dan ayrıldığını öne sürüyorlardı, ancak köpeklerin evcilleştirildiğini ve basitçe yeni insan gıda kaynaklarına adapte edildiği iddia edildi.
Köpekler Neolitik çağda sadece çiftçilerin tarlalarını ve hayvan stoklarını korumadıkları için değil aynı zamanda kabile savaşında da etkili silahlar olarak ikiye katladıkları için çiftçilerin temel araçları haline geldi. (dünya gizemleri)
Zamanla köpekler ritüelleşmeye başladı ve tanrılar ve öbür dünyayla ilişkilendirildi. Eski Çin, Mısır ve Güney Amerika'da heykel ve tapınaklara oyuldukları yerde tapınırlar ve ayrıca mitlerde ve efsanelerde görülürler. Köpeklerin ritüelleşmesinin somut kanıtı, 7.000 yıl önce Sibirya'da yaşayan, husky benzeri bir köpeğin iskeletinde bulunur. Hayatı boyunca insanlarla birlikte çalıştı, insan yemeklerini yedi ve insanmış gibi ritüel olarak gömüldü. Vahşi bir kurt, ritüel olarak yakına gömüldü, belki de insanlara öbür dünyadaki yolculuklarında koruyucu ya da koruyucu olarak görev yaptı.
Mısır'da Keşfedilen En Sıra Dışı Köpek Mezarı
Sadık Bir Arkadaş ve Çok Daha Fazlası: Eski Çin'deki Köpekler
Mısır tanrısı Anubis, öbür dünyayla ilişkilendirilmiş, bir köpeğin başı ile tasvir edilmiştir. (3.0 BY CC)
2000 BC - Şu Anda
Demir Çağı'nda, eski Romalılar, Mısırlılar, Yunanlılar ve İngilizler savaşta, kan sporlarında ve şiddet içeren eğlence biçimlerinde köpekleri giderek daha fazla kullandılar. Mastiff ve kurt köpeği gibi büyük ırkların büyüklükleri ve güçleri nedeniyle savaşta oldukça etkili oldukları görülmüştür.
Antik Roma tarihçisi Strabo, MS 38'de, “Britannia'daki vatanlarında savaş köpekleri olarak tehlikeli bir oyun avlamak için yetiştirilen büyük İngiliz köpekleri” diye bildirmiştir.
MS 43'te, Britanya'nın Roma fethinde, Romalıların Pugnaces Britanniae olarak adlandırılan ve "Roma Molossus köpeklerini geçen" adı verilen devasa geniş köpekleri vardı.
Kayıtlar, İngiltere'deki Venta Belgarum'da (Winchester) bulunan ve amfitiyatrodaki yarışmalarda yarışacakları ve antik Roma ordusuna savaş köpekleri olarak entegre olacakları yer olan Procurator Cynegii'den bahsetti. .
'Saf Irk' Yanılsaması
Köpekler, sanayi devrimi sırasında, savaşlarda, gemilerde, fabrikalarda ve madenlerde kullanıldıklarında ve popüler evcil hayvan olmaya başladıklarında önemli araçlardır. 19. yüzyılda, ebeveyn köpek genlerinin yavru genlerini nasıl etkilediğini öğrenen köpeklerin seçici olarak yetiştirilmesi çok popüler oldu. Her ne kadar köpekler avlanmak ve korunmak için yetiştirilmiş olsalar da, insanlar köpekleri sadece estetik niteliklerle eşleştirmeye başladılar.
Bu brüt makyaj hareketi, köpeklerin doğal genetiğini tamamen tahrip etti ve 44 milyon yıllık doğal seçimi durdurdu. Artık hayatta kalan ve eşit derecede güçlü olan arkadaşlarla çiftleşen en güçlü köpekler değildi, ancak köpekler, yavruların genetik kuvvetini hiç düşünmeden ya da hiç dikkate almadan, istenen fiziksel özelliklere sahip ortaklarla çiftleşmeye zorlandı. Kalabalıklarda öne çıkma ve komşularımızdan daha farklı / daha iyi olma ihtiyacımız, bugün 340'dan fazla köpek türünü tanıyan Fédération Cynologique Internationale ile sonuçlandı.
Üç köpek ırkı: Siberian Husky (CC BY SA 3.0), Tibet Mastiff (CC BY SA 3.0) ve Perulu çıplak / tüysüz köpek. (SA 3.0 SA CC)
“Saf cins” in modern köpek yetiştiricileri arasında paylaşılan fikir bir yanılsamadır. En saf yetiştirilmiş köpek bile% 99,99 oranında sudur. Herhangi bir köpeğin “saf olarak yetiştirilmiş” olduğunu iddia etmek, sarı saçlı ve mavi gözlü ve tutturulmuş elli kızların “kendi” özel cinsleri olduklarını iddia etmeye benzer. Gerçekte, o kız diğer insanlarla% 99,99 oranında özdeş, hatta siyah saçlı, kahverengi gözlü ve kolsuz.
Genetik serpinti
19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, benzer genlere sahip köpeklerin beslenmesi birçok türde problem yaratmaya başlamıştır. Genetik çeşitliliğin olmaması, Bulldogs (nefes almada zorluk çeken) ve Alman Çobanları (daha sonraki yaşamlarında arka bacaklarında sinir fonksiyonlarını çoğunlukla kaybeden) gibi türlerde zayıflıklar yarattı.
Bugün, uzay programlarında astronot köpekleri eğitiyoruz ve helikopterlerden ve sürat teknelerinden sıçramaları için arama kurtarma köpekleri öğretiyoruz. Tıbbi köpekler, diyabetik bir hasta hipoglisemik olduğunda (kan şekeri düşüklüğünde) kanseri algılayabilir ve koku alabilir. Askeri köpekler patlayıcıları tespit eder, cesetlerin yerini belirler ve askerler için çok tehlikeli görünen alanları temizler. 1942 Temmuz'unda, 2. Dünya Savaşı sırasında Amerikan Ordusu askeri çalışan köpekleri tedarik etmeye ve eğitmeye başladı ve 1943'te “Savaş Köpeği eğitim programı” nı başlattı ve yavruları düşman tünellerini ve sığınaklarını koklamak için savaş bölgelerine paraşütle soktu. Nazi birliklerinin ölümüne yalama korkusuyla kaçtıkları bildirildi.
Eğitim egzersizinde Alman Çoban askeri çalışan köpeği (Public Domain)
Yerli Köpeğin Kaderi
Gelecekte köpekler ne yapacak? Modern polis ve orduda, ısırmak için eğitilmiş köpekler sık sık kırık dişlere sahip oluyor - bu da şimdi diş başına 2.000 $ değerinde keskin titanyum dişlerle değiştiriliyor. Milyonlarca yıl süren köpeklerin evrimi tam olmaktan uzaktır. Son 200 yıldaki gidişatını geri dönüşsüz bir şekilde kitlesel üreme ile değiştirmiş olsak da, bugüne kadar hiçbir insan, köpeklerin olduğu kadar ahenkli bir şekilde yaşamaya başlayamadı.
Top Image: Kurtun evcil hayvanlara evrimi (CC BY-SA 4.0)
Ashley Cowie tarafından
Ashley Cowie, kayıp kültürler ve krallıklar, antik el sanatları ve sanatlar, efsanelerin ve mitlerin kökenleri, mimarlık, ikonografi, eserler ve hazineler hakkında yazar, araştırmacı, kaşif, film yapımcısı ve blog yazarıdır. Ziyaret- https://ashleycowie.com
Antik Yunanların keşfettiği sanılan tarihten yaklaşık 1.000 yıl önce, Babillilerin günümüzdekinden bile gelişkin seviyede trigonometri bildiği ortaya çıktı.
Plimpton 322 üzerindeki çivi yazıları, Babillilerin açılar, sinüsler ve kosinüslerden ziyade, bir üçgenin kenarlarının oranları temelinde bir trigonometri formu kullandıklarını düşündürüyor.
3700 yıllık kil bir tabletin yeniden incelenmesi, Babilli matematikçilerin, Antik Yunanlardan 1000 yıl önce trigonometri tablosu oluşturduğunu ve aynı zamanda konuya bakmanın tamamen yeni bir yolunu bulduklarını ileri sürüyor. Bununla birlikte, Plimpton 322 (P322) olarak da bilinen kil tableti inceleyen diğer uzmanlar, yeni çalışmanın spekülatif olduğunu söylüyor.
Söz konusu tabletin, Yunan filozofu Pisagor’un kendi adını vermesinden çok önce, Babillilerin dik açılı üçgenler için Pisagor’un ünlü denklemini bildiğine dair kanıtlar içerdiği zaten biliniyordu. Uygarlığın beşiği olan Mezopotamya’daki Babil kenti, eski dünyanın Yedi Harikasından biri olduğu söylenen Asma Bahçeleri ile ünlü.
Çivi yazısıyla yazılmış dört sütun ve 15 sıra numaradan oluşan ünlü P322 tableti, 1900’lü yılların başında arkeolog, antika satıcısı ve diplomat Edgar Banks tarafından güney Irak’ta keşfedildi. Edgar Banks, aynı zamanda film karakteri Indiana Jones’un da ilham kaynağıydı.
Şimdi Columbia Üniversitesi’nde saklanan tablet, 1940’lı yıllarda, tarihçilerin çivi yazısında bir dik üçgenin kenarlarının uzunlukları arasındaki ilişkiyi açıklayan Pisagor teoremini yansıtan bir dizi sayı içerdiğini gördükleri zaman dikkat çekti. (Pisagor teoremi: Hipotenüsün karesi, diğer iki kenarın kareleri toplamına eşittir.) Fakat kil tableti yazan insanların, bunları neden yazdığı ve sayıları neden sıraladığı onlarca yıldır tartışılan bir konu.
Sidney’deki Güney Galler Üniversitesi’nden Matematikçi Daniel Mansfield, P322 tabletine rastladığında, Avustralya’daki lise matematik öğretmenleri için bir kurs geliştiriyordu. Tableti çalışmak için üniversiteden bir diğer matematikçi Norman Wildberger ile bir ekip oluşturdu. Mansfield, “Bu tablet’e bakarak 2 yılımı harcadım ve bunun trigonometri olduğuna emindim, fakat nasıl?” diyor.
Antik Yunan gökbilimcileri ve modern liseliler tarafından kullanılan tanıdık sinüsler, kosinüsler ve açılar tamamen eksikti. Bunun yerine, her veri dik üçgenin iki kenarı hakkında bilgi içerir: kısa kenarın uzun kenara oranı ve kısa kenarın diyagonal veya hipotenüse oranı.
Mansfield, ihtiyaç duyduğu bilginin diğer araştırmacılar tarafından yeniden yapılandırılmış P322’ün eksik parçaları olduğunu fark etti. “Rekonstrüksiyondan elde edilen bu iki oran, P322’yi gerçekten temiz ve kullanımı kolay bir trigonometrik tabloya dönüştürdü.”
Mansfield ve Wildberger, Babillilerin temel üç boyutlu matematik formlarını kullanarak, dik üçgenlerin kenarlarının uzunluklarının, doğru oranlara göre açılarla değil de trigonometriyle ifade ettikleri sonucuna vardı. Mansfield, “Bu, trigonometriye tamamen farklı bir bakış açısı. Biz, sinüs ve kosinüsü tercih ediyoruz. Fakat bunu anlayabilmemiz ve onların gözünden bakabilmemiz için kendi kültürümüzün dışına çıkmamız gerek.” diyor.
Berlin Humboldt Üniversitesi’nde eski bilim tarihçisi Mathieu Ossendrijver’a göre, yeni yorum doğruysa, P322 sadece trigonometrinin en erken kanıtlarını içermiyor, aynı zamanda sinüs ve kosinüs için tahmin edilen sayısal değerlerin sağladığı yaklaşımlardan çok, matematik disiplininin kesin bir biçimini temsil ediyor.
Ossendrijver, “Tabloda, bir dizi dik üçgen için kenarların kesin değerleri bulunuyor. Bu durum, iki kenarın bilinen oranını kullanan birinin, diğer iki kenarın oranlarını bulmak için tabletteki bilgileri kullanabileceği anlamına geliyor.” diyor.
Ossendrijver, “Hâlâ eksik olan şey, Babillilerin aslında bu tabloyu veya onun gibi diğerlerini, sorunları çözmek için kullandığının kanıtı.”
Tablet üzerinde uzman olan Paris’teki Fransız Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’nin matematiksel tarihçisi Christine Proust, ekibin hipotezini “çok baştan çıkarıcı bir fikir” olarak adlandırıyor. Ancak, bilinen hiçbir Babil metninin, tabletin dik üçgenleri çözmek ya da anlamak için kullanıldığını göstermediğine dikkat çekiyor. “Hipotez matematiksel açıdan sağlam ancak şu an için çok spekülatif” diyor.
Ossendrijver, “Diğer Babil matematiksel tabletlerini ayrıntılı bir şekilde araştırmak, onların hipotezini kanıtlayabilir. Fakat şimdilik bu oldukça açık bir soru.”
Paleogenetik araştırmalar, Avrupa’daki ilk tarımcıların DNA kökenlerinin neredeyse kesintisiz olarak Ege’ye dayandığını gösterdi.
Kuzey Yunanistan’daki Paliambela’da bulunan iskelet. (F: K. Kotsakis and P. Halstead, Paliambela Excavation Project Archive)
Son 45.000 yılın büyük bir kısmı boyunca Avrupa avcı toplayıcı toplumlar tarafından iskan edildi. Yaklaşık 8500 yıl önce, günümüz Türkiyesinden yeni bir geçim ekonomisi modeli (tarım) kıtaya yayılmaya başladı. Bu model, 7500 yıl önce Orta Avrupa’ya, 6100 yıl önce Britanya’ya ulaştı. Bu yeni geçim stratejisi, nüfus artışı, yeni hastalıklar ve sağlığın kötüleşmesi gibi toplumda derin değişikliklere yol açtı.
Bilim insanları ise 100 yıldan fazla bir süredir bu kadar fazla etkiye sahip olan tarımın Avrupa’ya nasıl yayıldığını araştırıyordu. Araştırmacıların birçoğu, besin üreticiliğinin Avrupalı avcı toplayıcılar tarafından bir fikir olarak taşındığını, Anadolu’daki tarımcılar tarafından büyük bir göç olmadığına inanıyordu.
Yunanistan ve Türkiye’de araştırılan arkeolojik yerler. (F:Hofmanová, Zuzana, et al. “Early farmers from across Europe directly descended from Neolithic Aegeans.” PNAS, 2016.)
Johannes Gutenberg Üniversitesi’nden paleogenetikçilerin önderlik ettiği uluslararası bir araştırma ekibi, Ulusal Bilimler Akademisi Tutanakları dergisinde bir makale yayımladı. Makaleye göre, Avrupa’nın ilk çiftçileri, neredeyse kesintisiz bir soy zinciriyle Ege’deki atalarına bağlı çıktı.
Araştırmacılar, Türkiye ve Yunanistan’daki ilk tarımcıların iskeletlerinden DNA’larını analiz etti. Araştırmaya göre, Kuzey Yunanistan ve Batı Anadolu’daki Neolitik dönem tarımcıları, Balkan güzergahından Orta Avrupa’ya ve Akdeniz rotasından İber Yarımadası’na ulaştı. Bu kolonistler, tarımı, yerleşik yaşamı, evcilleştirilmiş hayvan ve bitkileri Avrupa’ya getirdi. Tarımcılar Avrupa’ya yayılımları sırasında orada yaşayan avcı toplayıcılarla karşılaştılar fakat sadece başlangıç aşamasında çok kısıtlı bir ölçüde birbirlerine karıştılar.
Antropolog Profesör Joachim Burger, ekibiyle beraber yedi yıldır Avrupa’nın Neolitikleşme dönemini araştırıyor. 2009 – 2013 yılları arasında yaptıkları araştırmalarda, tarih öncesi Avrupasında avcı toplayıcılar ve tarımcılar arasındaki çiftleşmenin ne kadar az olduğunu ortaya çıkardılar. Şimdi ise kültürel ve genetik farklılıkların, birbirinden ayrı coğrafik kökenlerin bir sonucu olduğunu ortaya çıkardılar.
Farklı noktalardan alınan DNA örnekleri, modern örnekler küçük yuvarlaklar ile, antik örnekler de büyük yuvarlaklar ile gösterilecek şekilde belirtişmiş. Yuvarlak grafiklerde temsil edilen antik DNA ve modern Yoruba genlerinin lejandı solda verilmiş. (F:Hofmanová, Zuzana, et al. “Early farmers from across Europe directly descended from Neolithic Aegeans.” PNAS, 2016.)
Yunanistan’ın Trakya Demokritos Üniversitesi’nden Christina Papageorgopoulou; “Tarımcıların göçü sadece tamamen yabancı bir kültürü getirmedi. Onlar tamamen farklı görünüyordu ve farklı bir dil konuşuyordu.”
Araştırmada, uzun zamandır tartışma konusu olan Avrupa’daki ilk tarımcıların kökenlerini açıklığa kavuşturmak için genomik analiz kullanıldı. Analizler, Orta ve Güneybatı Avrupalıların atalarının, direkt olarak Yunanistan ve Kuzeybatı Anadolu’ya kadar takip edilebildiğini gösterdi.
Yerleşik yaşam, tarım ve hayvancılık 10.000 yıl önce Türkiye, Suriye, İran ve Irak’ın da içinde olduğu “Bereketli Hilal” adı verilen bölgede başlamıştı. Bilim insanları araştırmayı şu şekilde tamamlıyor: “İlk tarımcıların sonuç olarak Bereketli Hilal’den geldikleri henüz belirlenmedi fakat bu araştırmayla gördük ki; Neolitik kültürün Avrupa’ya gelmesi Kuzey Ege üzerinden ve kısa bir zaman aralığında gerçekleşti.”
Başka bir araştırma ise, tarımın ve tarımcıların Avrupa’ya yayılmasının son büyük göç olmadığını gösteriyor. Yaklaşık 5.000 yıl önce doğudaki steplerde yaşayan insanlar Orta Avrupa’ya geldi ve eski avcı toplayıcılar ve eski tarımcılarla karıştı. Avrupa’nın mevcut nüfusu, bu üç grubun bir karışımından oluşuyor.
Johannes Gutenberg Universitaet Mainz, Basın bildirisi
Avrupa’daki ilk yerleşimcilerin kalıntıları üzerine yapılan genetik testler, Afrika, Orta Doğu ve günümüz Rusya’sından gelen soyların bir buluşma noktası olduğunu gösteriyor.
Bir zamanlar “safkan” Avrupalıların var olduğuna dair fikir, Nazilerden çok daha önce ideologları kötücül emellere teşvik etmişti. Uzun süredir beyaz ırkçılığı beslemekte olan bu fikir Avrupa Birliği’ni parçalayacağı ve ABD’deki siyasi ortamı bulandıracağı sanılan göçmenlerin etkisine yönelik korkuları daha da canlandırdı.
Bilim insanları yaptıkları araştırmalarla Avrupalıların gerçekte kim oldukları ve nereden geldikleri sorusuna yeni cevaplar sunuyor. Bulguları Avrupa kıtasının Buz Çağı’ndan beri bir buluşma noktası olduğunu gösteriyor. Hangi ülkeden olurlarsa olsunlar bugün yaşamlarını sürdüren Avrupalılar, Afrika, Orta Doğu ve Rusya bozkırlarından gelen antik soyların değişken bir karışımı.
Bu iddiaya sunulan kanıtlar arkeolojik eserlerden, antik diş ve kemiklerin analizinden, dilbilimden ve tüm bunların üzerinde, yeni bir alan olan paleogenetikten geliyor. Geçtiğimiz on yılda, on binlerce yıl önce yaşamış insanların tüm genomunu dizilemek mümkün hale geldi. Yalnızca son birkaç yılda yaşanan teknik ilerlemeler bu tür bir dizilemeyi öylesine uygun fiyatlı ve etkili bir hale getirdi ki bugün iyi korunmuş bir iskeletin genomunu dizilemek yaklaşık $500’a mal oluyor.
Bu durum arkeolojiyi dönüşüme uğratan yeni bir bilgi patlamasına yol açtı. Sadece 2018’de, birçoğu yıllar önce kazılıp müzelerde ve arkeoloji laboratuvarlarında muhafaza edilmiş kemiklerden alınan bini aşkın tarihöncesi insan genomu dizilendi.
Antik genomların analizi, günümüz kişisel DNA kitlerinin sağladığı kadar bir bilgi sağlıyor, ancak bu bilgi bugün yaşayanlar hakkında değil; yazı, tekerlek ve çömlek icat edilmeden önce yaşayanlar hakında. Sağlanan genetik bilgi şaşırtıcı derecede kapsamlı: saçtan göz rengine ve hatta sütü hazmetme becerisine kadar her şey birkaç gram kemik veya dişin binde birinden anlaşılabiliyor. Tıpkı kişisel DNA testleri gibi, bu analizlerden elde edilen sonuçlar da antik insanların atalarının kimlik ve kökenlerine, dolayısıyla antik göçlere dair ipuçları sunabiliyor.
Yamnayaların Avrupa’ya getirdiği binicilik kendi yerel bölgelerinde hala yaşıyor.Ukrayna’nın Khortitsa Zaporizhzhya Cossack Müzesi’nde bir binici Cossackları 1400’lerden beri korkulan savaşçılar haline getiren akrobatik hünerlerini sergiliyor.
Avrupa tarihöncesinin akışını üç büyük insan hareketi şekillendirmiş. Göçmenler, sanat ve müziği, çiftçilik ve kentleri, evcilleştirilmiş atları ve tekerleği getirmiş. Bugün kıtanın büyük bir çoğunluğu boyunca konuşulan Hint-Avrupa dilleri de göçmenler tarafından getirilmiş. Bazı kaynaklarda vebanın da göçmenler tarafından kıtaya taşınmış olabileceği söyleniyor. Batı ve Orta Avrupa’nın genetik oluşumuna en son katkı, veya tabiri caizse ilk Avrupalıların sonuncusu, Stonehenge inşa edilirken, neredeyse 5.000 yıl önce Rusya bozkırlarından gelmiş ve böylece olay tamamlanmış.
Göçler ve sınırlar üzerine hararetli tartışmaların yapıldığı bir dönemde, bilim, Avrupa’nın her zaman için bir göçmenler kıtası olduğunu gözler önüne seriyor. Harvard Üniversitesi’nden paleogenetik uzmanı David Reich, “Bugün bir yerde yaşayan insanlar orada uzun süre yaşamış olanların soyundan değil. Gerçekte yerli insan diye bir şey yok, ırksal saflığa sığınan kimseler bu kavramın anlamsızlığını görmeli” diyor.
Yamnaya eserleri arasında MÖ 3000’e tarihli 120 santimlik bu insan biçimli stel de bulunuyor.
İlk dalga: Afrika’dan Çıkış
Otuz iki yıl önce, yaşayan insanların DNA’larının incelenmesi hepimizin ortak bir soy ağacına ve başlangıçtan beri var olan bir göç hikâyesine sahip olduğunu gösterdi. Afrika dışındaki tüm insanlar kıtayı 60.000’ı aşkın yıl önce terk etmiş ataların soyundan gelmekteydi. Yaklaşık 45.000 yıl önce, bu ilk modern insanlar yollarını Orta Doğu’ya çevirerek gözlerini Avrupa’ya dikti. Bu insanlardan alınan DNA onların koyu renk bir deriye ve belki de açık renk gözlere sahip olduğunu gösteriyor.
O dönemde Avrupa yasaklı bölgeydi. Bir kilometreden fazla kalınlığa sahip buz kitleleri yer yer kıtanın yüzeyini örtmekteydi. Sıcaklığın yeterli olduğu yerlerde vahşi yaşam gelişmişti. Gerçekte kıtada diğer insanlar da vardı, ancak bunlar tam olarak bizim gibi değildi. Kendi ataları bizden yüz binlerce yıl önce Afrika’dan çıkmış olan Neandertaller soğuğa ve zorlu koşullara çoktan uyum göstermişti.
İlk modern Avrupalılar küçük göçebe gruplar halinde avcı toplayıcılar olarak yaşamıştı. Karadeniz’deki ağzından Orta ve Batı Avrupa’ya ulaşan Tuna nehri boyunca yavaş yavaş ilerlemişlerdi. Bin yıl, yalnızca küçük bir etki yarattılar. DNA’ları, modern insanın gelişiyle 5.000 içinde yok olan Neandertallerle karıştıklarını gösteriyor. Bugün tipik bir Avrupalı genomunun yaklaşık yüzde 2’sini Neandertal DNA’sı oluşturuyor. Tipik bir Afrikalıda ise bu oran yüzde sıfır.
Buz Çağı Avrupa’yı kıskacına alınca modern insanlar da soğuk ilkime adaptasyon göstererek buzla kaplı olmayan güneyde kalmıştı. Bazı tahminlere göre yaklaşık 27.000 yıl önce nüfus yalnızca birkaç bin kadardı. İnsanlar, mamut, at, ren geyiği ve modern sığırların atası olan Avrupa bizonu gibi büyük memelilerle geçiniyordu. Sığındıkları mağaralara, avlarının olağanüstü resim ve oymalarını bırakmışlardı.
Antik diş ve kemiklerden alınan DNA, araştırmacıların zaman içerisindeki nüfus geçişlerini anlamasını sağlıyor. Geçtiğimiz yıllarda DNA dizilemenin maliyeti azaldığı için laboratuvar ortamında çalışan bilim insanları antik göçleri aydınlatabiliyor.
Yaklaşık 14.500 yıl önce, Avrupa’nın ısınmaya başlamasıyla insanlar da kuzeye doğru çekilen buzulları takip etmeye başladı. İlerleyen bin yılda, daha karmaşık taş aletler geliştirildi ve küçük köylere yerleşilmeye başlandı. Arkeologlar bu döneme Mezolitik veya Orta Taş Devri adını veriyor.
Bin yıllar boyunca, göç eden insanlar Bereketli Hilal’den Avrupa’nın kalbine uzanan Tuna nehrini kullandı. Sırbistan yakınlarındaki Lepenski Vir, MÖ 6000 dolaylarında çiftçiler tarafından ele geçirilene kadar avcı toplayıcılar için bir barınaktı.
1960’larda Sırp arkeologlar, Tuna nehrinin kıvrımındaki dik uçurumlara, nehrin en dar noktalarından birinin yakınlarına konumlanmış Mezolitik dönem bir balıkçı köyü keşfetti. Lepenski Vir adı verilen alan, kabaca 9.000 yıl öncesinden başlayarak yüz kadar insana ev sahipliği yapmış özenli bir yerleşimdi. Bazı evler, yarı balık yarı insan oyma heykellerle döşenmişti.
Lepinski Vir’de bulunan kemikler, buradaki insanların büyük ölçüde nehirdeki balıklarla beslendiğini gösterdi. Günümüzde köy kalıntıları bir gölgelikle korunuyor. Şaşı gözlü nehir tanrıları hala antik ocaklara gözcülük ediyor. Alanın sorumlusu Vladimir Nojkovic, “Diyetlerinin yüzde yetmişi balıktan oluşuyordu. Burada, çiftçiler onları atana kadar neredeyse 2.000 yıl boyunca yaşadılar” diyor.
İsveç’deki modern boyalarla belirginleştirilmiş bu kaya oymaları Buz Çağı’nda Afrika’dan gelen ve buzlar çekildikçe kuzeye doğru doğru ilerleyen avcı-toplayıcılardan başlayarak göçmenlerce getirilmiş kültürel geçişleri yansıtıyor.
İkinci dalga: Anadolu’dan çıkış
Yağmur fırtınalarının etrafınızdaki tozu toprağı üzerinize sıçratmaya başlamadan çok önce ufuktaki dağları görüş alanınızdan gizlediği bereketli bir enginlik olan Konya Ovası, modern Türkiye’nin tahıl ambarı. Liverpool Üniversitesi’nden arkeolog Douglas Baird, bu elverişli toprakların tarımın ilk günlerinden bu yana çiftçilere ev sahipliği yaptığını söylüyor. Baird, on yılı aşkın bir süredir tarihöncesi bir yerleşim olan Boncuklu Höyük’ü kazıyor. Burası insanların yaklaşık 10.300 yıl önce, Neolitik dönemin şafağında, küçük arsalarda buğdayın iki antik formu olan gernik ve siyez yetiştirip koyun ve keçi sürüleri gütmeye başladıkları yer.
Bin yıl içerisinde Neolitik devrim adı verilen hareket Anadolu boyunca kuzeye ve Güneybatı Avrupa’ya yayıldı. Yaklaşık 6.000 yıl önce, tüm Avrupa’da çiftçiler ve çobanlar bulunmaktaydı.
Avrupa’nın çiftçilik faaliyetini Anadolu’dan veya Levant’tan aldığı uzun süredir biliniyordu, ancak Avrupa’daki çiftçiler hep aynı yerden mi gelmekteydi? Bu sorunun belirli bir cevabı yok. Birçok arkeolog onlarca yıldır tarım, seramik çömlekçilik, ormanları açıklık alanlara çevirebilecek cilalı taş baltalar ve karmaşık yerleşimlerin dahil olduğu tüm inovasyonların Avrupa’ya göçmenler tarafından değil ticaret ve söylenti yoluyla yayıldığına inanıyordu öyle ki bu yenileşimler ağızdan ağza bir vadiden diğerine yayılmış nihayetinde burada yaşayan avcı toplayıcılar bu yeni aletleri ve yaşam şeklini benimsemişti.
Ancak, Boncukla’da saptanan DNA örnekleri durumun daha çok göçlerle bağlantılı olduğunu gösterdi. Boncuklu’daki çiftçiler ölülerini cenin pozisyonunda, evlerinin altına gömerek kendilerine yakın tutmuştu. Baird, 2014’den başlayarak, bir düzineden fazla mezardan alınan kafatası parçaları ve dişlerden çıkarılmış DNA örneklerini İsveç, Türkiye, İngiltere ve Almanya’daki DNA laboratuvarlarına gönderdi.
Örneklerin birçoğu Konya Ovası’nın sıcağında bini aşkın yıl geçirdiğinden ciddi ölçüde aşınmıştı. Ancak, Max Planck İnsan Tarihi Bilimi Enstitüsü’nden Johannes Krause ve ekibi bir avuç petröz kemikten örnekleri analiz edebildi. İç kulağın küçük bir parçası olan petröz kemik, aynı zamanda vücudumuzdaki en yoğun kemik. Araştırmacılar petröz kemiğin, kullanılabilir DNA iskeletin geri kalanından uçtuktan çok sonra bile genetik bilgiyi muhafaza edebildiğini keşfetti. Bu keşif daha iyi dizileme yapan makinelerin de geliştirilmesiyle antik DNA araştırmalarında olumlu bir patlamaya yol açtı.
10.300 yıllık Boncuklu Höyük’teki kazılar insanların tarıma geçiş sırasında burada yaşadıklarını gösterdi. Burada, ev zemininin altına gömülen bu kişi bir yandan avcı toplayıcılığa devam ederken diğer yandan küçük arsalarda buğday yetiştirmiş, keçi ve koyun gütmüştü.
Boncuklu’dan alınan petröz kemikler üzerinde yapılan meşakkatli incelemeler karşılığını verdi: bunlardan çıkarılan DNA yüzyıllar sonra ve kilometrelerce kuzeybatıda yaşayıp ölmüş çiftçilerin DNA’sıyla uyuşmaktaydı. Bu, erken Anadolulu çiftçilerin yaşam biçimlerini olduğu kadar genlerini de yayarak göç ettiği anlamına gelmekteydi.
Elbette ki göç Güneydoğu Avrupa’da durmadı. Yüzyıllar boyunca, soyları Tuna nehri boyunca ilerlemiş, Lepenski Vir’i geçmiş ve kıtanın kalbine doğru uzanmıştı. Diğerleri yaptıkları gemilerle Akdeniz boyunca ilerleyerek Sardinya ve Sicilya gibi adaları kolonileştirmiş ve Portekiz kadar ileriye, Güney Avrupa’ya yerleşmişti. Anadolu genetik imzası Boncuklu’dan Britanya Adası’na, tarımın görüldüğü her yerde bulunuyordu.
Bu Neolitik çiftçiler, yan yana yaşadıkları avcı-toplayıcıların birçoğunun tersine, genellikle açık renk bir tene ve koyu renk gözlere sahipti. Hartwick College’den David Anthony, “Farklı gözüküyorlardı, farklı diller konuşuyorlardı… yedikleri farklıydı. Çoğunlukla, farklı yerlerde kalıyorlardı” diyor.
Avrupa boyunca, bu emekleyen ilk temas oldukça mesafeliydi hatta bazen yüzyıllar sürmüştü. Bir grubun alet veya geleneklerini bir diğerine götürdüğüne dair yalnızca çok az kanıt bulunuyor. İki popülasyonun karıştığı yerlerde bile gruplar arası evlilik son derece nadir görülüyor. Anthony, “Birbirleriyle temas halinde olduklarına şüphe yok, ancak gruplar arası evlilik söz konusu değil. Gruplar karşı grup üyeleriyle cinsel ilişkide bulunmuyordu” diyor. Görülen o ki karşıdakinden korkmanın tarihi oldukça uzun.
Ancak, yaklaşık 4.500 yıl önce, her şey değişti. Büyüyen Neolitik yerleşimler tüm Avrupa boyunca ya küçülüp daraldı ya da hep birlikte ortadan kayboldu. Bu çarpıcı çöküş onlarca yıldır arkeologların kafasını kurcalamaktaydı. Krause, “Bu dönemde daha az eşya, daha az materyal, daha az insan, daha az yerleşim var. Durumu bazı büyük olaylar olmadan açıklamak güç” diyor. Ancak, kitlesel bir çatışma veya savaş izi bulunmuyor.
500 yıllık bir boşluğun ardından, nüfus yeniden büyümüştü, ancak bir şey oldukça farklıydı. Güneydoğu Avrupa’da, Neolitik köylerin ve eşitlikçiliğin göze çarptığı mezarlıkların yerini yalnızca yetişkin erkeklerin üstünü örten gösterişli tepe mezarlar almıştı. Kuzeye, Rusya’dan Ren nehrine, gidildikçe ismini ipi ıslak kil üzerine bastırarak bezenen çömleklerden alan yeni bir kültür, İp Baskılı Seramik Kültürü, baş göstermişti.
Almanya, Halle’deki Prehistorya Müzesi’nde İp Baskılı Seramik Kültürü’ne ait, inşaat işçileri çalışmalarına başlamadan önce arkeologlar tarafından alelacele kurtarılmış olanlar da dahil düzinelerce mezar bulunuyor. Zaman kazanmak ve hassas kalıntıları muhafaza etmek için mezarlar topraktan tahta sandıklar içerisinde topraklarıyla birlikte çıkarılmış ve yapılacak analizler için depoda bekletilmiş. Bu mezarlardan alınan örnekler bugün genetik bilimciler için son derece zengin bir kaynak sunuyor.
Bursa Aktopraklık Höyüğü’nde bulunan 7.700 yılık kemik ve eserler tarımın ilk dönemlerine ışı tutuyor. Aktopraklık’da keşfedilen bu seramik parçasının üzerinde buğday izi görülüyor.
İp Baskılı Çömlek Kültürü’ne ait mezarlar öylesine belirgin ki arkeologlar çoğu kez radyokarbon tarihleme yapma ihtiyacı bile duymuyor. Nedeyse her durumda, erkekler sağ, kadınlar ise sol taraflarına yatacak, her ikisinin de bacakları kıvrılmış ve yüzleri güneye bakacak şekilde gömülmüş. Halle’deki mezarlardan bazılarında, kadınlar ellerinde çanta ve kese, erkekler ise taştan savaş baltaları tutuyor. Mezarlardan birinde, bir kadın ve çocuk birlikte gömülmüş.
Araştırmacılar bu mezarların bazılarından alınan DNA’yı ilk kez analiz ettiklerinde, İp Baskılı Çömlek Kültürü halkının Neolitik çiftçilerle yakından ilişkili olacağını bekliyordu. Ancak, DNA’ları o dönemde Avrupa’ya yeni olan, fakat günümüzde neredeyse her modern Avrupa nüfusunda saptanabilen belirgin genler içermekteydi. Birçok İp Baskılı Çömlek Kültürü insanının Neolitik Avrupalı çiftçilerdense Amerikan Yerlileri’yle daha yakından ilişki olduğu ortaya çıktı. Bu da kim olduklarını daha da gizemli hale getirdi.
Üçüncü dalga: Bozkırdan çıkış
Parlak bir ekim sabahı, Polonyalı arkeolog Piotr Wlodarczak ve meslektaşları arabalarını Sırp kasabası Zabalj yakınlarında, 4.700 yıl önce dikilmiş bir höyüğe çeviriyor. Tuna nehrine komşu ovalarda, 30 metre genişliğe üç metre yüksekliğe sahip bu gibi höyükler alandaki tek yükseltiyi oluşturuyor. Tarihöncesi insanların bu höyüklerin her birini inşa etmesi haftalar hatta aylar almış olmalı. Kovalı kazıcı ve kürek kullanarak höyüğün tepesini açmak Wlodarczak’ın ekibinin de haftalarını almış.
Höyüğün üstündeki muşamba kaldırıldığında, bükülmüş dizleriyle sırtı üstü yatan bir kabile reisinin dikdörtgen mezar görülüyor. Mezarın çatısını oluşturan kamış hasır ve tahta kirişlerdeki izler karanlıkta bile görülüyor.
Wlodarczak, “MÖ 2800 dolaylarında, cenaze geleneklerinde bir değişim söz konusu. İnsanlar, bireyselliği vurgulayan, erkeklerin rolünü vurgulayan, silahları vurgulayan devasa boyutlara ulaşmış höyükler yapmış. Bu, dönem Avrupa’sı için yeni bir şey” diyor.
Böylesi bir uygulama Avrupa’da yeni olsa da yaklaşık 1.300 km doğusunda pek de yeni değildi. Bugün Güney Rusya’nın ve Doğu Ukrayna’nın bozkırları sayılan yerde, Yamnaya adı verilen bir grup göçebe dört tekerlekli arabalar inşa ederek bunları kullanmada ustalaşmış, otlaklar boyunca sığır sürülerini takip etmişti. Temelde göçebe olsalar da birkaç geçici yerleşim inşa etmişler, gruplarının en önde gelen erkeklerini bugün bozkırlarda hala görülen görkemli höyüklere bronz ve gümüş süslerle gömmüşlerdi.
Arkeolojik kazılar Yamnayaların MÖ 2800’de muhtemelen daha yeşil otlaklar aramak amacıyla batıya göç ettiğini gösteriyor. Wlodarczak’ın üzerinde çalıştığı Zabalj yakınlarındaki höyük şu ana kadar bulunmuş en batıdaki Yamnaya mezarı. Ancak, Reich ve diğerlerinin belirttiğine göre genetik deliller İp Baskılı Kültür insanlarının büyük ölçüde Yamnayaların soyundan geldiğini gösteriyor. Tıpkı İp Baskılı Kültür insanları gibi Yamnayaların da atalarının doğudan, Siberya’dan gelmiş Amerikan Yerlileriyle uzaktan bir akrabalığı bulunuyor.
Birkaç yüzyıl içerisinde, ciddi oranda Yamnaya DNA’sı taşıyan diğer insanlar Britanya Adaları’na kadar ilerlemişti. Britanya ve diğer bazı yerlerde, hâlihazırda Avrupa’da yaşayan çiftçilerden neredeyse hiçbiri doğudan gelen bu şiddetli hücumdan sağ çıkamamıştı. Reich, “Günümüz Almanya’sının bulunduğu yerde, yerel nüfusun yüzde yüz oranında değişmiş olma ihtimali %70. 4.500 yıl önce burada çok çarpıcı bir şey olmuş” diyor.
O döneme kadar, çiftçiler bin yıldır Avrupa’da yaşamaktaydı. Bulgaristan’dan İrlanda’ya , yüzlerce hatta bazen binlerce insana ev sahipliği yapan karmaşık yapılı köyler bulunuyordu. Helsinki Üniversitesi’nden arkeolog Volker Heyd, MÖ 3.000’de Avrupa’da tahminen yedi milyon kadar insanın yaşadığını söylüyor. Bu, Neolitik insanların Stonehenge’i inşa ettikleri dönem.
Birçok arkeolog için bir avuç göçebenin yalnızca birkaç yüzyıl içinde böylesi kurulu bir medeniyetin yerini almış olması mantıksız geliyor. Gothenburg Üniversitesi’nden arkeolog Kristian Kristiansen, “Nasıl olur da bölük pörçük yaşayan bu bir grup kırsal insan kök salmış Neolitik toplumunu yerinden edebilir?” diyor.
Yamnayaların batıya doğru göçünün başladığı dönemde bozkırlarda ve Avrupa’nın daha da batısında yaşamış 101 insanın dişleri bu konuda önemli bir ipucu sağlıyor. Genetik bilimciler alınan örneklerin yedisinde, insan DNA’sının yanı sıra 14. Yüzyılda Avrupalıların neredeyse yarısını öldüren veba mikrobu Yersinia pestis’in erken bir formuna rastladı.
14. yüzyıl Avrupa’sında tahminen 25 milyon insanın ölümüne yol açan Yersinia pestis’in elektron mikroskobu altındaki görüntüsü
Bu erken varyant pireyle yayılan Kara Ölüm’ün aksine, insandan insana geçiyordu. Görünen o ki bu bozkır göçebeleri hastalıkla yüzyıllardır yaşamaktaydı. Tıpkı Amerika’yı kolonileştiren Avrupalıların beraberlerinde çiçek hastalığını götürüp hastalığa yenik düşmemeleri gibi bu göçebeler de hastalığa karşı bir bağışıklık veya direnç göstermiş, yine çiçek ve diğer hastalıkların yerli Amerikan nüfusunu kırıp geçirmesi gibi Yamnayalarla gelen veba da kalabalık Neolitik köylerde hızla yayılmış olabilirdi. Bu olasılıklar, hem Neolitik nüfusun şaşırtıcı çöküşünü hem de Yamnaya DNA’sının Rusya’dan Britanya’ya hızla yayılışını açıklayabilir.
Danimarka Doğal Tarih Müzesi’nden antik veba DNA’sını saptamaya yardımcı olan evrimsel biyolog Morten Allentoft, “Veba salgını Yamnaya yayılımı için uygun yolu açmıştı” diyor.
Ancak, teoriye ilişkin büyük bir soru da bulunuyor. Antik Neolitik iskeletlerde veba izleri yalnızca geçtiğimiz tarihlerde belgelendi, şu ana kadar o döneme ait, Kara Ölüm’ün ardından bırakılmış hastalıklı iskeletlerle dolu çukurlara benzer herhangi bir şey bulunamadı. Avrupa’nın Neolitik çiftçilerini veba vurduysa ardında çok az iz bırakmış olmalıydı.
Veba taşımış olsalar da olmasalar da Yamnayalar Taş Devri Avrupa’sına evcil at ve dört tekerlekli arabalara dayanan yerleşik bir yaşam tarzı getirmişti. Hatta beraberlerinde inovatif metal silahlar ve aletler de getirerek, Avrupa’nın Tunç Devri’ne ilerleyişine yardımcı olmuşlardı.
Yamnayaların Avrupa’nın gelişimine en büyük katkısı bu değildi. Kıtaya varışları, dilbilimcilerin İrlanda’dan Rusya’ya oradan Hint Yarımadasının kuzey yarısına kadar konuşulan yüzlerce dili barındıran dil ailesi Hint-Avrupa dillerinin ilk yayılışı olarak nitelendirdiği tarihle uyuşuyor. Tüm bu dillerin tek bir proto-Hint Avrupa dilinden türediğine inanılıyor ve bu dilin nerede kim tarafından konuşulduğu 19. yüzyıldan beri hararetli tartışmalara konu oluyor. Bir teoriye göre bu dili tarımla birlikte Avrupa’ya getiren Anadolulu Neolitik çiftçilerdi.
Gustaf Kossinna adındaki Alman araştırmacı tarafından yüzyıl önce ortaya atılan bir diğer teoride ise proto-Hint-Avrupalıların antik bir kuzey Alman ırkı, İp Baskılı kap ve baltaları yapanlar, olduğu öne sürülüyor. Kossinna geçmişteki insanların etnisitesinin, diğer bir deyişle biyolojik kimliklerinin ardında bıraktıklarından saptanabileceğini düşünmüştü.
Hint-Avrupa dil ailesi ve konuşulduğu bölgeler
Kossinna, “Keskin sınırlarla belirli arkeolojik kültür bölgelerinin belli insan veya kabilelerin yaşadığı alanlarla su götürmez biçimde örtüştüğünü” yazıyor.
Kossinna’ya göre Proto-Hint-Avrupalıların kuzey Alman kabilesi dışarıya doğru ilerlemiş ve Moskova’ya kadar uzanan alanın büyük bir bölümünü hâkimiyet altına almıştı. Nazi propagandacıları daha sonra bu iddiayı Doğu Avrupa’yı işgal ederken sözde modern “üstün Aryan ırkı” için entelektüel bir doğrulama olarak kullandı.
II. Dünya Savaşı’ndan on yıllar sonra antik kültürel geçişlerin göçlerle açıklanabileceği fikri bazı arkeolojik çevrelerde kötü bir ün kazandı. Bugün bile, genetik bilimciler Avrupa haritası üzerine kalın oklar çizdiğinde bazı arkeologlar rahatsız oluyor.
Kendisi de Alman olan Heyd, “Bu tür bir basitlik, yolu Kossinna’ya geri çeviriyor. Sarı saçlı, açık renk gözlü adamların kötücül ruhlarını II. Dünya Savaşı’ndan sonra yollandıkları cehennemden geri çağırıyor” diyor.
Ancak antik insanların biyolojisi hakkında doğrudan bilgi sağlayan antik DNA, Kossinna’nın teorisine karşı güçlü bir savunma sunuyor. Yamnayaların ve soylarının doğru zamanda Avrupa’nın gittikçe daha derinine yayılışını belgeleyen DNA kanıtları dilbilimcilerin arasında yeğlenen proto-Hint Avrupalıların Avrupa’ya Rusya bozkırlarından göç ettiğine yönelik teoriyi destekliyor. Antik DNA’nın sağladığı kanıtlar arkeolojiyle de desteklendiğinde Kossinna’nın Avrupa’da, bıraktıkları kültürel eserlerden saptanabilen safkan bir ırkın varlığına ilişkin teorisi daha da kuvvetli bir biçimde reddediliyor.
Bugün tüm Avrupalılar genetik bir karışımın parçası. Tipik bir Avrupalı tarifi verecek olursak malzemelerimiz kabaca eşit miktarda Yamnaya ve Anadolu çiftçisi bir parça da Afrika avcı-toplayıcısı olurdu. Fakat ortalama, içinde daha geniş bölgesel varyasyonlar barındırıyor, örneğin İskandinavya’da daha fazla “doğulu Kovboy”, İspanya ve İtalya’da daha fazla “çiftçi” Baltıklarda ve Doğu Avrupa’da ise önemli miktarda “avcı-toplayıcı” DNA’sı bulunuyor.
Kristiansen, “Benim için, bu yeni DNA sonuçları her zaman burada yaşadığımıza ve diğer insanlarla karışmadığımıza dair nasyonalist paradigmayı çürütüyor. Danimarkalı, İsveçli veya Alman diye bir şey yok. Aslında, hepimizi Rusya bozkırlarından, Afrika’dan çıkıp geldik” diyor.