31 Ekim 2019 Perşembe

Antik Çağda Taşlanarak Öldürülen Bilim Kadını: Hypatia

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi ve oturan insanlar




Antik Çağda Taşlanarak Öldürülen Bilim Kadını: Hypatia

Hypatia, bugüne eserleri kalmış ilk kadın matematikçidir. MS 370–415 yılları arasında yaşamıştır; İskenderiye’de doğup, İskenderiye’de ölmüştür.
Antik Çağ’ın en meşhur kadın düşünürü ve gökbilimcisidir aynı zamanda.
Hypatia felsefe, matematik, geometri ve astronomi eğitimi almıştı. Daha sonra bu alanlarda ders de vermişti.
Bir Pagan olan Hypatia, günümüze kadar ulaşmış olan sayılı kaynaktan biri olan Yunan tarihçi Socrates Scholasticus’un ‘Historia Ecclesiastica’ adlı eserine göre, İskenderiye’nin en önemli iki figürü olan, İskenderiye Valisi Orestes ile İskenderiye piskoposu Cyril arasında anlaşmazlıklara sebebiyet verdiği ve politik işlere karıştığı gerekçesi ile öldürülmüştür.
415 yılında fanatik bir grup tarafından bir sabah Hypati evden çıkarken alındı ve saçlarından sürükleyerek kiliseye götürüldü, ardından da taşlanarak öldürüldü.
Yaşanan bu trajik olay özellikle Aydınlanma Dönemi’nde popülerleştirilerek bir Hypatia efsanesi haline gelmiştir.

KURŞUN DÖKME ADETİ



KURŞUN DÖKME ADETİ

Kurşun dökme adeti tamamiyle "Demir Çağı Mitolojileri" ile bağlantılı, dinsel ve büyüsel bir ritüeldir.
Bilinen ilk demir göktaşı demiridir. Bu taşlar gökten geldiği için ayrı bir gizem ve kutsallık taşır. Yıldırımlar ve yıldırım taşları gök tanrının silahı olarak düşünülür.
Demir bıçaklar kötü ruhları uzaklaştır. Gece kabuslardan korunmak için demir kullanılır. Türk kültüründe ceset üzerine demir koyma adeti, eski Türk mitlerine dayanır. Yer altı tanrısı Erlik Han demirden korkar ve ölen kişinin ruhunu ele geçiremez. Yeni doğum yapmış kadınları Al basmasından ve Al karısından korumak için yastığının altına demir bıçak makas vs. konur. Demirciler özel insanlardır. Demirci aletleri de kutsal alana aittir. Çekiç, körük ve örs üçlüsü canlı mucizevi varlıklar olarak görülür.
Eski Türklerde demirciler büyüsel ve dinsel kutsallığı olan insanlardır. Onlar maddeyi değiştiren ve mükemmelleştiren "büyücülerdir". Bir Yakut atasözü “Demirciler ve Şamanlar Aynı Yuvadandır” der. Şamanlar ateşin efendileri olarak da bilinir. Demirin ateş ile olan bağı ve şamanların bunlara olan hakimiyeti sıradan insan için büyülüdür.

Anubis kimin kült merkezi Abydos yakınındaki Thinis de aslında, ama Mısır en bölgelerine yayılmış bir çakal başlı tanrı oldu.

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi, ayakta duran insanlar ve ayakkabılar

Anubis kimin kült merkezi Abydos yakınındaki Thinis de aslında, ama Mısır en bölgelerine yayılmış bir çakal başlı tanrı oldu. Çakal çöl hayvan olmak batı çöl, ölülerin ev ile Anubis ilişkili Mısırlılar. O başlık devraldı Daha sonra Osiris tarafından gasp edildi önceki bir ilah gelen "Batılıların yeteneklerin". O Nebthys tarafından Osiris'in oğlu olduğu söyleniyordu. Ünvanları İlahi embalmer dahil. cenaze ayinlerin İletken Ruhlar .Inventor. Anubis etkili oldu kalp törenin Tartı. hükmün Salonu'nda Osiris, Afterlife Tanrı'nın önünde. ölünün kalbi Maat, gerçeğin tüy, adalet doğru düzen karşı dengeli ölçeklerde tartıldı. Anubis için, kararını açıkladı diğer tanrılar, yani Thoth. çakal tanrı sıklıkla ölen lehine ölçekler yaslanmış görülür yöneldi. Bu Afterlife içine ölen girişi sağlanmalıdır.

Orta Çağ Cadıları Nasıl Evrildi ve Neden Kadındı?



Cadı avcılarının el kitabı. C: Wikicommons
Cadıların popüler imajları çoğunlukla bir kadın figürünün çalı süpürgesi üzerinde göklerde uçmasından oluşuyor. Hatta kadınlar için en çok kullanılan Cadılar Bayramı kostümlerinden biri olarak raflarda yerini alıyor. Fakat, bu cinsiyetçi klişe aslında nereden geliyor? Bu sorunun bir kısmını, Orta çağ dönemlerinde büyüye olan bakış açısı ve büyücülük “suçunun” kadın ve erkeklere atfedildiği durumlar açıklıyor.

Erken ve Geç Orta Çağ arasında, günümüz klişesinde cadının uçmayla bağdaşmasını oluşturan düşüncenin nasıl değiştiğini görüyoruz. 11. yüzyılda Worms Psikoposu Burchard bazı günah dolu inançları açıkladı:
İblislerin yanılsamaları ve fantezileri ile baştan çıkarak Şeytan’a dönen bazı kötü huylu kadınlar, pagan tanrı Diana ve sayısız birçok başka kadın ile gece vakti bazı hayvanlara binerek, ölü gecenin durgunluğunda dünyanın birçok yerini karışladıklarına inanıyor.
Burchard’a göre bu kadınlar aslında hala uyku halindeydi, fakat rüyalarında onları ele geçiren iblis tarafından ayakta tutuluyorlardı. Sadece “salak ve alık” olanların bu uçuşların gerçekten olmuş olabileceğine inandığını da belirtiyordu.
15. yüzyılın sonlarına doğru, büyüye olan bakış açısı gözle görülür bir biçimde değişti. Kadınların göklerde uçtuklarına dair inançlar sabit kalırken, onlara olan bakış açısı şüphecilikten korku duymaya doğru değişti. Bu büyülü gece uçuşları “cadı ayini” olarak da bilinen ve bebek öldürme, seks partilerine katılma (orgy) ve iblise tapma gibi kötücül eylemlerle bağdaştırılmış gizli cadı toplaşmalarıyla anılmaya başlandı.
Böylece, başta sadece kadınlar ve ahmak erkeklerin inancı olarak atfedilen bu durum artık ciddiye alınmaya başlanmıştı. Peki ne oldu da böyle bir değişime sebep oldu?
Tarihçi Michael D. Bailey’nin bir açıklamasına göre, 14. ve 15. yüzyıllar arasında bir noktada, din adamları bilinçsizce “öğrenilmiş” ve “yaygın” büyü olarak iki farklı adet ortaya atmış olabilirler. Yaygın büyü olarak adlandırılan adet önceden çalışılmaya ihtiyaç duyulmayan, genel olarak bilinen, kadın ve erkekler tarafından uygulanabilen ve çoğunlukla aşk, seks ve iyileşme adına yapılan uygulamalar olarak kabul ediliyordu.
Fakat bu durumun tersine, öğrenilmiş büyü Avrupa’ya doğudan gelmişti ve ‘büyü kılavuzları’nda geçen ve Richard Kieckhefer tarafından “ruhani yeraltı dünyasına” mensup eğitimli erkekler arasında dolaşıyordu.
İlginç bir şekilde, bu kitapçıklarda bahsedilen uçuşlarda gösterilen insan figürleri mevcut – fakat bu insan figürleri daha çok erkek olarak resmedilmiş. 15. yüzyıldan kalma bir örnekte erkek bir yazar, göklerde gerçekleşen uçuşun büyücülükle ele geçirilmiş “iblis-atlar” üzerinde yapıldığını anlatıyor.
Yukarıda bahsedilen ve kadınlarla bağdaştırılan durumlardaki iki temel farklılık, uçan kişinin eğitimli bir erkek olması ve artık olaya iblislerin kesinlikle katılıyor olması. İblis tarafından ele geçirilmiş kadınların gece uçuşları hakkındaki popüler inançları ve “ruhani yeraltı dünyasına” özel iblis tarafından ele geçirilmiş büyü fikirlerini bir araya getirince, orta çağ araştırmacıları, kadınların kontrol edemedikleri iblislerin tuzağına düşeceğinden korkmaya başladılar.
Champion des Dames, 15. yüzyıldan çalı süpürgeleri. C: Wikicommons

Büyücülük ve Kadınlar

Kötü şöhretli ve ağır şekilde kadın karşıtı olduğu bilinen 15. yüzyıl cadı avlama kılavuzu Malleus Maleficarum’da (Cadıların Çekici) aynı zamanda erkekler de yer alıyor. Kitapçık, kadınların algılamada kısıtlı oldukları için iblislere karşı korunmasız olduğunu ileri sürüyor. Bir bölümüne göre:
Kadınlar, kusurlarından ilki olan akılsızlıklarından ötürü yazgılarına karşı çıkmaya daha eğilimliler; böylece ikinci kusurları olan aşırı tutkuları … intikamlarını büyücülük aracılığıyla almak istiyorlar. Bu nedenledir ki, bu cinsiyete mensup birçokları cadıdır.
Orta Çağın sonlarına doğru, kadınlara özellikle cadılara duyarlı bir görüş ortaya çıktı. Bir cadının çalı süpürgesiyle dolaşıyor olduğu düşüncesi (özellikle iblis atları büyüleyerek onlarla gezen erkek figürüne bu kadar zıt olmasıyla) kadınların ait olduğu evcil hayatın altını çiziyor.
Kadınların, kendilerinin sosyal rolleri ile ilgili kurulmuş normların ötesine geçtiği fikrinin bir tehdit olarak algılanması, erkek cadıların varlığına karşı yapılan ithamların sayısında kendini gösteriyor.

13. yüzyıldan bir örnek olan ve Papa 9. Gregory tarafından yazılmış bir mektup, kafirlerin toplanışını, cadıların daha sonra ortaya çıkan “cadı ayinine” çok benzer bir şekilde tasvir ediyor. Bahsedildiği üzere, toplu sekslerde yeterince kadın olmaması durumunda, erkekler başka erkeklerle günaha girebiliyordu. Böylelikle, doğanın cinsellik üzerine olan kanunlarını çarpıttıkları düşünülen bu erkekler, efemine olarak görülüyordu.
Büyü, bu dönemde kilise tarafından, birçok sebepten ötürü cinsel kimliğin de dahil olduğu yerleşik norm ve kurumlara karşı isyankarlığın bir ifadesi olarak görülüyordu.
Ne kadar doğruyu yansıtmasa da, kadınların şeytani büyüye merak sarma sebebinin eğitimli erkekler olduğu düşüncesi korkutucuydu. Kadınlar ve erkeklerin hiçbir şekilde iblislerle meşgul olmasına izin verilmiyordu, fakat eğitimlerinden ötürü erkekler iblislere karşı koymada kadınlara oranla daha kontrollü olabilirlerdi.
Orta Çağ kilisesinin gözünde, kabul edilmiş akılsızlıklarına bir de “tutkuları” eklenince, kadınlar “iblislere karşı sadakat” yemini etme konusunda kontrol sahibi değillerdi. Bu sebepten dolayı, kadınlar büyücülüğe erkeklerden çok daha kolay bir şekilde yönelebilirlerdi.

The Conversation. 19 Ekim 2018. Jennifer Farrell.

Cadılar Bayramı Tarihçesi


          Oyulmuş balkabağı tutan bir çocuk.

 Cadılar Bayramı Tarihçesi


Cadılar bayramı; küçük hayaletler ve goblinlerin sokağa çıkıp şeker isteme ve birbirini korkutma sezonudur. Ateş etrafında korkunç hikayeler anlatılır, sinemalarda korku filmleri oynar ve bal kabakları ustaca (veya hiç ustaca olmayan bir şekilde) oyulur.


Son zamanlarda, ürpertici palyaçolar terör estiriyor gibi görünüyor: Ağustos 2016’da, Greenville, South Carolina’nın sakinleri, çocukları koruluğa çekmeye çalışan bir palyaçoyu ihbar ederken, Eylül’de Summitville Tennessee’de bir genç, bıçaklı bir palyaçoyu ihbar etti. Yerel ve Eyalet görevlileri, halkı şüpheli görünen palyaçoları ihbar etmeleri için destekliyor. Miami Herald’a göre, Güney Florida’da bazı mağazalar raflarından palyaço kostümlerini çekerken, Broward Bölge polisi insanları maske takmamaları için uyardı.
Steven King’in klasik hikayesi “It”’den esinlenmiş bir film, Birleşik Devletlerde 8 Eylül’de vizyona girdi ve böylece 2017’de de palyaçoluk devam etmiş oldu. Filmde, palyaço gibi giyinmiş bir iblis, kırmızı bir balonla çocukları kandırarak kanalizasyona çekiyordu. Lilitz Pennsylvania’da polis, kanalizasyon ızgaralarına bağlı 20 kırmızı balon ihbarına cevap verdi. Palyaço gibi giyinmek insanları korkutmanın en popüler yolarından biri olarak görülüyor. Kuzey Dakota’da mayıs ayında çocuklar, bıçaklı ve boa yılanlı bir palyaço tarafından hedef belirlenirken, Cadılar Bayramı öncesi Eylül’de, Avustralya’da görülen palyaçolar arttı.
Korkunç ve aptalca tuhaflıklarına rağmen, Cadılar Bayramı sadece kostümler ve şekerden ibaret değil, aslında bayramın çok ilginç ve zengin bir hikayesi var.
Günümüzde bir Samhain kutlaması.

Samhain

Eski kayıtların az ve parçalar halinde olmasından ötürü Samhain’ın tam kapsamı anlaşılamamış durumda, fakat festivalin her yıl hasat zamanında (kış için kaynakların toplanışı ve hayvanların otlaklardan geri getirildiği dönem) gerçekleşen bir toplanma olduğu biliniyor. Halkbilimci John Santino’ya göre, Samhain aynı zamanda insanların ölülerle iletişime geçtiğini düşündüğü bir zamandı.
Santino, “İnanca göre Samhain günü, ölülerin ruhlarının diğer dünyaya geçtiği gündü” diyor. Ayrıca bu geçişlerin olduğu dönemin özel ve doğaüstü olduğu düşünülüyordu.
Santino’ya göre Cadılar Bayramı ölüm konsepti ile oynamak için güvenli bir yol. İnsanların yaşayan ölüler gibi giyinip, ön bahçelerindeki sahte mezartaşlarını süslemeleri gibi yılın diğer zamanlarında tolere edilmeyecek aktivitelerin gerçekleştiği bir zaman.
York Üniversitesi’nde tarih profesörü ve “Cadılar Bayramı: Pagan Ritüelden Parti Gecesine” kitabının yazarı Nicholas Rogers’a göre, “Samhain’ın özel olarak ölülere veya atalara tapmaya adanmış bir toplaşma olduğuna dair sağlam bir kanıt yok.”
Rogers’ın belirttiği üzere, “Eski destanlara göre, Samhain, kabilelerin hükümdarlarına haraç ödedikleri ve Kelt mitolojisindeki bazı yerlerin, yeraltı tanrılarının olağanüstü saraylarını ortaya çıkaracağına inanılan bir gündü”. Ayrıca yine Rogers’a göre, Samhain ölüler veya onların ruhlarından ziyade daha çok mevsim değişimi ve doğanın uykuya dalmasına yani yaz zamanının kışa dönüşü ile ilgiliydi.
Cadılar Bayramı ve Samhain arasında doğrudan bir bağlantı hiçbir zaman bulunamamış olsa da, bilim insanları All Saints’ Day (veya 1 Kasımda kutlanan All Hallows’ Mass) ve Samhain’ın kutlanış tarihlerinin takvimsel olarak birbirine çok yakın olmasından ötürü, zaman içinde birbirlerini etkilemiş olabileceği ve daha sonra ise şu an Cadılar Bayramı olarak anılan birleşmiş bir kutlamaya dönüşmüş olabileceğini düşünüyorlar.
Şaka mı şeker mi diye kapı kapı dolaşan çocuklar. C:

Kostümler ve şaka-mı-şeker-mi

Santino’ya göre, kostümlere bürünme ve şaka-mı-şeker-mi (trick or treat) gelenekleri çok eskiden insanların kendilerini çeşitli kostümlerle gizleyerek kapı kapı dolaşıp yemek istedikleri zamanlara dayanıyor olabilir. Bu kostümler genelde yün veya hasırdan yapılırdı diyor Santino. “Ayrıca bazen insanlar oyunlarda veya skeçlerde yer almak için de kostüm giyerlerdi.”
Bu gelenek ayrıca Britanya ve İrlandada fakir insanların “souling” olarak adlandırılan orta çağ kostümü ile Hallowmass’de (1 Kasım) insanların kapılarını çalarak ölülerine dua etme karşılığında yemek istedikleri davranışlarla da ilintili olabilir.
İkinci Dünya Savaşı’na kadar şaka-mı-şeker-mi Birleşik Devletlerde görülmüyordu, fakat Amerikalı çocuklar Şükran Günü’nde dışarı çıkıp yemek istemeleri ile biliniyorlardı. “Bu davranış Şükran Günü Yalvarışı olarak tanımlanıyor.” diyor Santino.
“Toplu talep ritüelleri genelde kış bayramları ile ilişkilendirilmiş yaygın görülen uygulamalar.” diyor Santino. “Bir geleneğin diğerine yol açmamış olması da olasılıklar arasında, fakat bu gelenekler benzer ve paralel” diye ekliyor.
Hint-Avrupa Etimolojik Sözlüklerine göre, All Hallow’s Eve (Bütün Kutsanmışların Arifesi) olarak da bilinen Cadılar Bayramının tarihi, 2.000 yıl öncesine kadar dayanıyor. Hristiyanlıktan da önce Keltlerin kutladığı ve 1 Kasım dolaylarında düzenlenen bir festival olan ve Galcede “yaz bitişi” anlamına gelen Samhain (Sah-win olarak okunuyor) kutlamaları Cadılar Bayramının tarihçesine ışık tutuyor.

Şakalar ve oyunlar

Günümüzde “şaka-mı-şeker-mi” nin “şaka” kısmı genelde boş bir tehditten ibaret, fakat şakalar bayramın çok uzun zamandır bir parçası.
1800lerin sonlarına doğru, Cadılar Bayramında şaka yapma geleneği çoktan yerleşmiş bir durumdu. Birleşmiş Devletler ve Kanada’da genelde evin dışındaki kabinleri devirme, çiftçilerin kapılarını açma ve evlere yumurta atma gibi şakalar yapılırdı. 1920 ve 30larda ise, kutlamalar daha çok kuralsız bir sokak partisine dönüştü ve vandalizm ciddi boyutlara ulaştı.
Santino’ya göre, bazı insanlar şaka yapmanın tehlikeli bir duruma dönüştüğünü ve kontrolden çıktığını düşündükleri için, ebeveynler ve kasaba liderleri şaka yapmaya alternatif olarak şaka-mı-şeker-mi uygulamasını teşvik etmeye başladılar.
Bununla birlikte, Cadılar Bayramı her ne kadar şaka yapmak ve şeker istemekle geçse de aynı zamanda şenlik ve oyun için de yapılıyordu. Elma; hem “şeker(treat)” hem de “elma yakalamaca” oyunundan ötürü Cadılar Bayramı ile özdeşleştirilir. “Elma yakalamaca” oyunu sömürge döneminde Amerika’da falcılık amacıyla kullanılıyordu. Roseanne Montillo’nun, “Cadılar Bayramı ve Ölülerin Anması (Halloween and Commemorations of the Dead, Chelsea House 2009)” kitabında bahsettiği bir efsaneye göre, su dolu kovadan ellerini kullanmadan elmayı alabilen ilk kişi, grup içinde o kişinin ilk evlenecek olan olduğu anlamına geliyordu!
Elmalar, başka evlilik kehanetlerinde de yer alıyor. Yine bir efsaneye göre, Cadılar Bayramı’nda (hatta bazen gece yarısında), genç bir kadın elmayı tek bir çizgide soyup, kabuğu omzunun üzerinden attığı zaman, kabuk gelecekteki kocasının isminin baş harfi şekline girerek yere düşermiş.
Başka bir Cadılar Bayramı ritüeline göre, gece yarısı mum ışığında aynaya bakan genç kadınlar müstakbel kocalarının yüzünün yansımasını görebilirler! (Bu ritüelin korkunç bir versiyonu daha sonra “Kanlı Mary” olarak anılır) Bazı insanlar bu ritüelleri ciddiye alsa da, bunun gibi bir çok çocukluk oyunu genelde eğlenceli olarak anılır.
Kara kediler uğursuz sayılıyordu.

Hıristiyan/İrlandalı Etkisi

Bazı Protestanlar, pagan ritüellere dayandığı için Cadılar Bayramı’nın şeytani bir uygulama olduğunu dile getiriyorlardı. Fakat, Keltlerin Hıristiyan şeytanına tapmaya benzer herhangi bir ayinleri olmadığı gibi böyle bir konseptleri dahi yoktu. Aslında, Katolik Kilisesi’nin şeytani işbirliği arayışına girip cadı avı yaptığı dönemde, Samhain festivali uzun bir süre ortadan kalktı. Ve tabii ki, siyah kedilerin kötü olarak anılması için büyücülükle herhangi bir bağlantısının olmasına gerek yok – yolunuzdan geçmeleri bile yılın herhangi bir zamanında kötü şans olarak düşünülebilir.
Modern Cadılar Bayramı için ise Santino, “Amerika Folkloru: Bir Ansiklopedi (Garland, 1996)” kitabında, “Cadılar Bayramı inançları ve gelenekleri Kuzey Amerika’ya erken İrlandalı göçmenler tarafından getirildi, 19. yüzyılın ilk yarısındaki kıtlıktan kaçan ve büyük dalgalar halinde Kuzey Amerika’ya göç eden İrlandalılar. Sömürgeci dönemlerinden beri Kuzey Amerika kıtasında bilinen Cadılar Bayramı, 20. yüzyılın ortasında çoğunlukla çocukların bayramı haline geldi.” diyor.
Bu zamandan itibaren, bayramın popülaritesinin yetişkinler arasında da artması, komüniteler ve kurumların (okullar, kampüsler ve perili köşkler) da kutlamayı sahiplenmesini sağladı.
Tarihi boyunca, periler ve cadılar gibi birçok doğaüstü karakter Cadılar Bayramı ile ilişkilendirildi ve yüzyıldan daha uzun bir süre önceye kadar İrlanda’da, ölülerin ruhlarının dadandıkları yerlere geri döndükleri zaman olarak anıldı. Hayalet ve cadı gibi giyinmek gittikçe popülerleşti, bayram yayıldı ve hazır yapım kostümlerin gelmesiyle ticarileşti. Çocuklar ve yetişkinler için kılık değiştirme seçenekleri canavarlardan süper kahramanlar, prensesler ve politikacılar gibi birçok seçeneğe yayılmış durumda.

Live Science. 18 Ekim 2017.

Mor renk yüzyıllar boyunca Murex olarak adlandırılan deniz salyangozlarından elde edilen pigmentlerle üretilmişti.

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi, oturan insanlar ve sakal

Dünyada toplam 195 ülke bulunuyor ve bu ülkelerin hiçbirisinin bayrağında mor renk kullanılmıyor. Peki neden? Aslında cevap basit. Mor, tarih boyunca en pahalı renk oldu ve sadece krallıkların ve imparatorlukların başındaki seçkin kitlelerin alabileceği bir lüks renk olarak kaldı.
Mor renk pigmentinin üretimi 18. yüzyıla kadar oldukça zahmetliydi. Mor rengin ilk kez bugünkü Suriye ve Lübnan'ın Akdeniz kıyı şeridinde yaşamış olan Fenikeliler tarafından kullanıldığı tahmin ediliyor. Sadece bu bölgeye özgü bir deniz salyangozundan elde edilen mor rengin üretimi yüzyıllarca diğer tüm renklerden daha zordu.
Özellikle bugün Lübnan sınırları içerisinde kalan Sur antik kentinde bulunan salyangozlardan bir gram mor boya elde edebilmek için on binlerce salyangoz gerekiyordu.
Mor renk yüzyıllar boyunca Murex olarak adlandırılan deniz salyangozlarından elde edilen pigmentlerle üretilmişti.
Morun ağırlığından daha fazla altına mâl olması, tarih boyunca bu rengin kraliyet ve imparatorluk rengi haline gelmesini de sağladı. Fenike ya da Sur moru olarak da bilinen rengin dayanıklı olması, kumaştan kolay kolay çıkmaması ve güneş ışığına maruz kaldıkça parlaklığının artması da bu rengin zengin çevreler tarafından arzulanmasını sağlamıştı.
Roma, Bizans, Pers imparatorluklarının yanı sıra, İngiltere'de de mor renk kraliyet ailesini simgeler hale gelmişti.
1533 - 1603 yılları arasında İngiltere Kraliçesi olan I. Elizabeth, kendisi ve kraliyet ailesi dışında kalanların mor renkte giysiler giymelerini yasaklamıştı.
Elizabeth döneminde yarım kilo mor boyanın değeri 1,5 kilo altın kadardı. Bu da bugünün altın fiyatlarıyla hesaplandığında yaklaşık 56.000 dolara denk geliyor.
Mor rengin bu astronomik değeri, hiçbir ülke ya da krallığın bayraklarında mor renk kullanmamasına yol açmıştı.
İngiliz kimyager William Henry Perkin(Ekteki fotoğraf), sentetik mor rengi 1856'da şans eseri keşfetti.
Morun genel kullanıma girmesi ve herkesin elde edebileceği bir renk haline gelmesi ise 19. yüzyılda İngiliz kimyager William Henry Perkin'in şans eseri sentetik mor rengi keşfetmesiyle mümkün oldu.
Perkin, Londra'daki evine kurduğu laboratuvarda sıtma ilacı üzerinde çalışırken yanlışlıkla sentetik mor pigmenti geliştirdi.
Geliştirdiği yöntemi seri üretime dönüştürmeye karar veren Perkin, kendi fabrikasını kurdu ve mor renk üretimine başladı.
Perkin'in buluşuyla birlikte mor renk de yavaş yavaş statü sembolü olmaktan çıktı ve herkesin kullandığı bir renge dönüştü. Ancak dünyadaki ülkelerin bayraklarının, büyük kısmı aynı kaldı.

Bir tazı Tunç lamba kafası, ağzında bir tavşan tutan. Roman, 1. yy. Londra British Museum,

Fotoğraf açıklaması yok.
Bir tazı Tunç lamba kafası, ağzında bir tavşan tutan. Roman, 1. yy. Londra British Museum,

Bronze lamp head of a greyhound, holding a hare in its mouth. Roman, 1st century. British Museum, London

Roma, İtalya yakın Lanuvium dışında Monte Cagnolo gelen Sfenks Roma 120-140 CE

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi

Roma, İtalya yakın Lanuvium dışında Monte Cagnolo gelen Sfenks muhtemelen bir tablo destek Roma 120-140 CE
Parça Portland, Oregon Portland Sanat Müzesi'nde British Museum'a tarafından montajı ve fotoğraflanan "Antik Yunanistan'da Güzel Beden" kapsamında sergiledi.
Mary Harrsch

30 Ekim 2019 Çarşamba

BOZKURT / CUMHURİYET MARŞI


BOZKURT / CUMHURİYET MARŞI


29 ekim 1923 Cumhuriyetin İlânı için yazılmış, Gazi M. Kemâl Atatürk’ün yaşamı boyunca ve Gazi M. Kemâl Atatürk’ün vefatından uzun yıllar sonra dahi okula yeni başlayan öğrencilere öğretilmiş ve her 29 Ekim Cumhuriyet Bayramlarında coşkuyla söylenmiştir.
BOZKURT / CUMHURİYET MARŞI
Türkler bugün Cumhuriyet temeli kurdular
O temelin çamurunu kan ile yoğurdular
Hem düşmanları boğdular hem sultanları kovdular
Kutlu olsun ey millet varlık bayramımız bugün
Tarihte yoktur böyle gün, en büyük bayram bugün
Boz kurtlara örnektir dernektir gazimiz
Karanlıktan kurtulduk biz aydınla âzimiz
Kutlu olsun ey millet gazi bayramınız bugün
Tarihte yoktur böyle gün en büyük bayram bugün
Bütün dünya anladı biz nasıl bir milletiz
Medeniyet aleminde kudretli devletiz
Hem zalimlere değneğiz hem mazlumlara örneğiz
Kutlu olsun ey millet Türklük bayramımız bugün
Tarihte yoktur böyle gün en büyük bayram bugün
Boz kurtlara örnektir dernektir gazimiz
Karanlıktan kurtulduk biz aydınla âzimiz
Kutlu olsun ey millet gazi bayramınız bugün
Tarihte yoktur böyle gün en büyük bayram bugün
Söz-Müzik: TBMM 2., 3., 4., 5. ve 6. dönem Malatya milletvekilli
Dr. Hilmi Bey (Hilmi Oytaç 1879-1942)

Bilim insanları bir kedi mumyasının içinde neler olduğunu açığa çıkardı



Bilim insanları bir kedi mumyasının içinde neler olduğunu açığa çıkardı

Fransız bilim insanlarının 2500 yıllık antik Mısır kedi mumyasının içinde neler olduğunu öğrenmeyi başardığı belirtildi.
Le Figaro gazetesinin Fransız Ulusal Arkeoloji Araştırmaları Merkezi’ne dayandırdığı haberine göre, Fransız bilim insanları Mısır’da bulunan 2500 yıllık kedi mumyasını açmadan, içinde ne olduğunu öğrenmeyi başardı.
Rennes kentindeki güzel sanatlar müzesinin koleksiyonundaki kedi mumyasını inceleme çalışmaları uzun bir süre aldı. Röntgenle çekilen görüntülerle, iç kısımda bulunanların 3D modeli oluşturuldu ve daha sonra arttırılmış gerçeklik teknolojisi yardımıyla inceleme yapıldı.
İncelemenin sonucunda mumya ‘şeffaf’ hale getirilebildi ve içinde bir kedi iskeletinin olmadığı anlaşıldı. Mumyanın içinde üç kuyruk ve beş arka ayak tespit edildi. Diğer yandan mumyanın içinde kafatası yerine kumaştan bir top olduğu görüldü.
Arkeolog Théophane Nicolas, antik Mısır’da bir mumyaya birkaç hayvanın koyulmasının nadir bir durum olmadığını ifade etti.
Müzenin ziyaretçileri artık özel bir gözlük yardımıyla mumyanın içindekileri görebilecek.
(https://tr.sputniknews.com)

29 Ekim 2019 Salı

Ermeni efsaneleri ve mitleri. Yakışıklı Ara ve yalayarak tedavi eden köpekler.






Ermeni efsaneleri ve mitleri.

Yakışıklı Ara ve yalayarak tedavi eden köpekler.



Mitler döneminin kralı Aray (ya da Ara), ünü Babil kraliçesi Semiramis'e kadar ulaşan yakışıklılığıyla tanınıyordu. Kraliçe, sadece kulağına çalınan sözlere bakarak, yüzünü bile görmeden
ona aşık oldu. Onu kendisiyle buluşmaya razı etmek için, masal dünyasını çağrıştıran hediyeler gönderdi. Ne var ki, büyük bir tutkuyla sevdiği eşine sadık olan Ermeni kral, elçileri hediyelerle
birlikte geri çevirerek, kraliçenin isteğini reddetti. Büyük bir öfkeye kapılan Semiramis ordusunu topladı ve Ermenistan'ı ele geçirdi. Büyük bir savaş oldu, Ermeniler yenildiler, kralları da çarpış­
mada öldürüldü.


Semiramis, kralın ölüsünü Babil'deki sarayına getirtip, tara­çada gözler önüne koydu. Ülkesinin "yalayarak tedavi eden ilahları"na, yeniden diriltebilmek için ölü kralın yaralarını dilleriyle yalarnalarını emretti. Ama her şey boşunaydı ve beden çürü­ yordu. Semiramis, bir yeraltı geçidine gizlice gömdürdü onu. Çok sevdiği gözdelerinden birine krallar gibi giyinip, takılar takmasını emretti. Ona, yalayıcı ilahlarca diriltilmiş Aray süsü vererek yanında alı koydu


Bu efsane, hiç kuşkusuz eski bir mitin izini taşıyor. Gerçekten de tarihçiye, yabancısı olmadığı bir senaryoyu çağrıştırıyor: Birçok Doğu dinlerinin tanınmış örneklerini sunduğu, ölen ve yeniden dirilen tanrı senaryosu: Attis, Osiris ve diğerleri. Buradan yola çıkılarak, destansı kral Aray'ın, kültüve mitolojisi eskinin ünlü çizelgesine uyan eski bir tanrı olduğu sonucuna varıldı.
Aynı yorum çizgisinde, Platon'un çok bilinen bir metninde anlattığı Ermeni Er mitinin yerel bir biçimi de görüldü. Bütün bunlar olabilir, ama kanıtlanamaz



Buna karşılık, V. yüzyılın ortalarmda yazan Eznik'irı anıştırmalarıyla eskiliği kanıtlanan, Semiramis'in yardıma çağırdığı yalayıcı ilahların Ermeni inançlarına uygun düştüğükesinlikle doğrudur. Bu olağanüstü varlıklar, çarpışma sırasında ölen savaşçıların yaralarını yalamaya gelen, bu yöntemle de onları iyileştiren tanrısal köpeklerdir. Onlara Aralez ya da Arlez denirdi; "Tut!
Yala! " gibi iki emir cümleciğinin yanyana gelmesi şeklinde yorumlanması gereken bir isimdir bu. Öyleyse Arlez "Tut-yala" anlamını taşıyan bir sözcük olmalıdır



Eski bir tarihçi Bizanslı Faustus, başkomutan Mamikomian öldüğünde, Aralezlerin onu diriltmek için boşuna çabaladığından sözeder:


"Cesedi evine götürülüp ailesine teslim edildiğinde, başı gövdesinden ayrılmış olmasına rağmen, yakınları ölümünü kabullenemediler. Onu canlandırmak umuduyla, başını gövdesine dik­meye çalıştılar. Onun bir yiğit olduğunu, bu nedenle Arlezlerin inip onu diriltmeeye çalışacaklarını söylediler. Dirilişini umut ederek öyle bekleşiyorlardı. Ne var ki, cesedi bozuluyordu. İşte o
zaman ölüyü kuleden indirdiler ve gözyaşları içinde törelere göre toprağa verdiler" (V,
36).

Bu iki efsane, hiç değilse son kısımlarında, aynı senaryoyu tekrarlar: Ceset bir terasın ya da bir kulenin üzerine taşınır ve tam burada yalayıcı ilahlargörevleriniyerine getirir. Beden çürür ve onu toprağa gömerler. Bu benzerlik bize, ayinle ilgili bir hatıradan sözedilebileceğini gösteriyor.


Savaşçıların yaralarını yalayan bu köpeksi ilahi ara inanç, Kafkasya'da tekil bir olgu değildir. Aynı inanca Abhazlarda tanrı Ajtyr'in hizmetindeki doğaüstü köpekler olan Alyshk'yntyr'lerde de rastlanır. Bir efsane, bu doğaüstü köpeklerin üç gün üç gece bir kahramanın yaralarını yalayıp, onu hayata döndünneyi ba­şardıklarını anlatır.

 


Akıl Almaz 12 Orta Çağ Trendi



Akıl Almaz 12 Orta Çağ Trendi


Domuz mahkemelerinden tüysüz yüzlere sayısız tuhaflıkların yaşandığı Orta Çağ’da neler trend olmuş bir göz atalım.
Eski kuşakların gelenek, inanış ve adetlerine bakıp da bunları yadırgamamak çoğu zaman elde değil. Ancak, bunca dönem arasında Orta Çağ kadar tuhaf olanı pek az.
Doğmak için çok talihsiz bir dönem olduğu düşünülen Orta Çağ’da insanların yoksul, yiyeceğin kıt, her şeyin kirli olduğuna ve tüm bunların bir araya gelişinden doğan sefaletin nüfusu kırıp geçirdiğine dair ortak algı var. Orta Çağa ilişkin bu algının dışında bilediğimiz şey ise insanlık tarihinin en garip, en gülünç ve en şaşırtıcı trendlerinin bu dönemde ortaya çıkmış olması.  İşte size Orta Çağ döneminin bazı eksantriklileri.
12- Hayvan mahkemeleri

Bir eşek, vahşete katılmaktan yargılanmış ve sonrasında istemeden katıldığı için serbest bırakılmıştı.

Orta Çağ’da hayatın zor olduğuna şüphe yok, ancak bu zorluk yalnızca insanlar için geçerli değildi. Tıpkı iki ayaklı sahipleri gibi, böceklerden büyükbaşlara kadar tüm hayvanlar yasayı ihlal ettikleri şüphesi üzerine mahkemeye çıkarılıyordu. Orta Çağ’da sanığın bir hayvan olduğu en az 85 mahkeme kaydı bulunuyor. Hayvanların sanık koltuğuna oturma hikayeleri ise kimi zaman trajikken kimi zaman absürt olabiliyor.
Hayvan mahkemelerinin en azılıları İnsan vücutlarını kemirmekten çocuk yemeye kadar birçok şeyle suçlanan ve hüküm giyen domuzlar. Mahkemeye çıkarılan domuzların çoğu suçlu bulunuyor sonrasında ise asılarak veya kazığa bağlanıp yakılarak idam ediliyordu. 1386’da görülen bir davada, suçlu bulunan domuz yelek ve eldiven giydirilip insan maskesi takılarak idam edilmiş.
Kanunun sert tokadını yiyen sadece domuzlar değildi. 1474’de mahkeme bir horozu yumurtlayarak doğaya aykırı bir davranışta bulunmaktan suçlu bulmuştu; sert üslupla yazılmış mektuplarla uyarılan farelerden yuva yaptıkları binaları terk etmeleri isteniyordu, yine çok ilginç bir şekilde 1596’da Marsilya’da görülen bir mahkemede sanıklar birer yunustu.
Buna rağmen tüm davalar da vahşice sonuçlanmıyordu. İstenmeyen bir cinsel girişimin kurbanı olan maymun erdemli ve iyi huylu bir hayvan olduğunun beyan edildiği güçlü bir savunmanın ardından suçsuz bulunarak serbest bırakılmıştı.
11- Göz alıcı erkek modası

Thames’te bulunan bu ayakkabı, bir bilek kısmına ve uzun bir burna sahip. C: Museum of London

Orta Çağ’da kalburüstü sınıf için servetlerinin ve yoksul halktan üstünlüklerinin bir dışavurumu olan giyim kuşamın önemi büyüktü. Tam da bu nedenle, Avrupa boyunca uzun sivri uçlu erkek ayakkabıları gibi çok sayıda tuhaf moda akımı ortaya çıkmıştı. Ayakkabı ne kadar uzunsa onu itibarı ve serveti de o kadar büyük demekti.  Bazı ayakkabılar öylesine uzundu ki balina kemiğiyle sağlamlaştırılmaları gerekiyordu.
14. yüzyılın sonlarında erkekler açık saçık kıyafetlerle, çoğu zaman tehlikeli derece kısa tuniklerin altına taytlar giyerek vucütlarını göz önüne sermeye başladı. Bu trendi, genital bölgeyi sararak erkekli vurgulamak amacıyla pamukla doldurulup pantolonların ön kısmına eklenen kasıklıklar izledi.
 10- Zorunlu evlilikler

Evlilik sonrası çiftin yatakta ilk bir araya gelişi konuklar tarafından izleniyordu. C: All About History

Orta Çağ’da üst sınıftan insanların evlilikleri hakkında bilinenlerin çoğu doğru, bu evlilikler sıklıkla siyasi ve toplumsal kazanç, nadirense aşk için yapılıyordu ve kadınların, Orta Çağ yaşamının neredeyse tüm yönlerinde olduğu gibi söz hakkı yoktu. Kız ve erkekler vücutları ergenlik döneminin belirtilerini gösterir göstermez evliliğe hazır sayılıyordu. Bu yaş kızlar için 12 erkekler için erkekler için 14’tü.
Ancak o dönemde düğün, bugün bildiğimizde epeyce farklıydı. Evlilikler resmi bir törenle yapılmıyor ve çift evlenmek için bir izin almıyordu. Çift rızalarını belirterek dakikalar içinde, sokak ortasında, dükkanda ve hatta yatakta bile saniyeler içinde evlenebiliyordu. Bu durum çiftlerin gerçekten evli olduklarını kanıtlamasını zorlaştırdığından 12. yüzyılda evliliklerin tanrının ve konukların huzurunda yapılması gereken kutsal bir tören olduğu ilan edildi.
Konukların huzurunda yapılması gereken yalnızca düğün değildi. Özellikle üst sınıftan çiftler için zifaf da mahremiyetten uzaktı. Gelinin ailesi tarafından yatağına taşınması normal karşılanmaktaydı. Yeni evlenen çiftin ilk kez bir araya gelişi çifte özel mahrem bir an olmaktan ziyade, yatırım amacı taşıyan birleşmenin şahitler tarafından görülmesi gereken ilk adımıydı. Bazı çiftler bu özel anı dikkatli bakışlar altında yaşamanın yüz kızartan utancından yatağı çevreleyen bir perdeyle biraz olsun atabiliyordu, ancak bu herkes için geçerli değildi, konuklar işin “tamamlanması” için odanın etrafında bekleyebiliyordu.
9- Saray aşkı

C: All About History

Yukarıda da bahsedildiği gibi, üst sınıfta evlilikler aşkın esamesini bile taşımayan yalnızca maddi ve toplumsal kazanç amacıyla yapılan zoraki birleşmelerdi. Bu nedenle, kendilerini bulabildikleri en yakın bataklığa atmak istemeyen Orta Çağ soyluları çareyi romantik arzularını “saray aşkları”nda doyurmakta buluyordu.  
Adından da anlaşılacağı şekilde saray mensuplarının yaşadığı bu ilişki lord ve leydilerin evliliklerine durumlarına bakmaksızın aşkı tatmalarını sağlıyordu. Saray aşkı yaşayan dans etme, kıkırdama ve hatta el ele tutuşma gibi uygunsuz davranışlar sergilese de cinsel ilişki kati suretle yasaktı. Saray aşkı öylesine yaygındı ki bu husus hakkına bir kural listesi bile hazırlanmıştı.
8- Döverek boşanma

Çukurdaki silahsız bir adam ile elinde beze sarılmış taşlar olan karısı arasındaki kavga.

İş aralarındaki çekişmeyi çözmeye gelince Orta Çağ’daki Alman çiftler zaman kaybetmiyordu. İki normal insan gibi tartışmak yerine, şiddete başvurmayı tercih ediyorlardı. Tek seferlik dövüşmeden oluşan mahkemeler çiftlerin aralarındaki anlaşmazlıkları çözmenin yaygın bir yoluydu ve bir karı koca dövüşmeye başladığı zaman işin içine erkeğin tek eli arkasında bir çukurun içine ayakta durması kadının ise içi taş dolu bir torbayla etrafında koşması gibi tuhaf sınırlamalar getiriliyordu.
7- Tüysüz yüzler

Kadınlar güzel görünmek için kirpiklerini koparıyordu.

Günümüz kadınları kirpiklerini daha gür ve uzun göstermek için deli paralar harcarken bu durum Orta Çağ kadınları için tam tersiydi.
Alın yüzün merkez noktası olarak görüldüğü için kadınlar kaş ve kirpiklerini alarak alınlarını daha da ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Bazı kadınlar işi o kadar abartıyordu ki mükemmel derecede oval ve tüysüz bir yüze sahip olmak için saçlarını bile yoluyorlardı.
6- Güzel bir ölüm


Orta Çağ insanlarının zihni ölümle pek bir meşguldü. Kara Ölümün sokaklarda kol gezdiği o dönemde insanların dine hayli düşkün olduğu da düşünülünce bu durumu anlamak kolaylaşıyor. İş böyle olunca “aes moriendi” yani “ölüm sanatı” ortaya çıkıyor.
İyi bir Hristiyan gibi ölme fikrinden ortaya çıkan bu akıma göre kişinin ölümü planlı ve huzurlu bir ölüm olmalıydı. Nalları dikmeden hemen önce işe biraz daha stres katmak için, kişinin tıpkı İsa gibi umutsuzluğa, inançsızlığa, sabırsızlığa, kibre veya para hırsına düşmeden kaderine boyun eğmesi gerekiyordu. Tüm vahşetiyle gelen ölümü ağırbaşlı bir sükünetle karşılayan papaz ve azizlerin resmedildiği Orta Çağ tablolarda özelikle ruhban sınıfında yaygın olan bu ölümün örneklerini görmek mümkün.
5- Kuralsız futbol

Ortaçağ’da futbol.

Holiganlığın modern bir olgu olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Orta Çağ İngiltere’sinde daha sporun adı bile konulmamışken şiddet dolu olaylar yaşanıyordu.
Bugün futbol olarak bildiğimiz spor vahşi, kaotik ve hatta ölümcül olabiliyordu. Tüm köyde, sayısız oyuncuyla oynanabiliyor ve çoğu zaman tekmelenen top değil karşı takım oluyordu. Gol atmaya giden yolda adam öldürmek dışında her şey mubahtı. 1314’de Kral II. Edward yeter artık diyerek oyunu yasakladı.
4- Tek boynuzlu at ve İsa


Orta Çağ insanının her şeyden çok sevdiği şeyler din ve mitolojiydi ve bu iki şey çoğu zaman oldukça tuhaf bir şekilde bir araya getiriliyordu. Muhtemel öküz anlamına gelen bir kelimenin yanlış tercüme edilmesi sebebiyle insanlar İsa’nın İncil’de tek boynuzla ata benzetildiğine inanıyordu.
Halkının bu inancı ne denli benimsediği, Orta Çağ’ın dini metinlerinde tek boynuzlu atın veya tek boynuzlu at sandıkları şeyin, sürekli karşımıza çıkmasından anlaşılıyor. Yalnızca bakire kızlar tek boynuzlu atlara dokunabildiği için, bu mitolojik hayvan İsa’nın annesinin rahmine düşüşünün de nahoş bir sembolü olarak kullanılmıştı.    
3- Soytarılar


Orta Çağ’da eşek kulaklarından ilham alınarak tasarlanmış bir şapka takarak soytarılık yapmak korkunç br kariyermiş gibi gözükebilir, ancak soytarıların bazı ayrıcalıklara sahip olduğu da bir gerçek.
Ağızlarından çıkan her söz “şaka” olarak algılandığından lordları ve leydileri şaka yoluyla yerebiliyor ve diğerleri için kati suretle yasaklıyken siyasi görüşlerini dile getirebiliyorlardı. Komik olmak Orta Çağ saraylarında bile faydalıydı.
2- Miğferli tavuk


Orta Çağ’da yoksul insanlar için yemek yavan, sıkıcı ve çoğu zaman aynıydı. Ancak zenginler için yemenin sınırı yoktu.
Zenginlerdeki oburluk öyle yüksek bir seviyeye ulaşmıştı ki yeni lezzetler yaratmak uğruna deneysel çalışmalar yapılıyor, ilginç tasarımlar ortaya atılıyordu. Bu tasarımlardan biri de tavuğun kızarmış domuzun sırtına biner gibi oturtulduğu miğferli tavuktu.
1- Deliler bayramı


Orta Çağ Avrupa’sında birçok insan, Ocak ayının başlarında Deliler Bayramı’nı kutlamak üzere bir araya geliyordu. Bu bayram da kökenini birçok Hristiyan bayramı gibi bir pagan festivalinden, Saturnalia’dan, almaktaydı. Deliler Bayramı’nda en yüksek rütbeli memurlar en düşük rütbeye geçiyor, hizmetçiler efendi oluyor ve toplaşan kalabalıktan sözde bir kral seçiliyordu.  
Başta yalnızca kilise koridorlarıyla sınırlı tutulması istenmişse de kutlama halktan insanların da katılımına açılmış böylece geçit törenleri, komik performanslar, kostümler, erkeklerin kadın, kadınların erkek kılığına girmesi, açık seçik şarkılar ve tabii ki sınırsızca içki gibi türlü eğlenceler de ortaya çıkmıştı.

Live Science. Frances White. 21 Eylül 2019.

28 Ekim 2019 Pazartesi

Neolitik Tarım Günümüz Eşitsizliğinin Tohumlarını 10.000 Yıl Önce Ekti


Neolitik çiftçileri gösteren duvar resmi (Tassili de Maghidet, Libya) F: Roberto Esposti/Alamy

Neolitik Tarım Günümüz Eşitsizliğinin Tohumlarını 

10.000 Yıl Önce Ekti

Toprak işleme ve bitki yetiştiriciliğine doğru yaşanan tarih öncesi geçiş, hiyerarşi ve büyüme üzerine kaygılarımızı ortaya çıkarttı ve zaman algımızı değiştirdi.

Birçok insan toplum içerisindeki hiyerarşiyi kaçınılmaz olarak görür, kimliğimizin doğal bir parçası gibi. Fakat bu düşünce, Homo sapiens türünün yaklaşık 200.000 yıllık tarihiyle çelişiyor.
Aslında, atalarımız şiddetli bir şekilde eşitlikçiydiler ve eşitsizliğe hiçbir şekilde müsamaha göstermediler. Avcı toplayıcılar farklı hüner, yetenek ve özelliklere sahip insanları kabul ettiklerinde onları hiyerarşik yapılaşmaya zorlayan bütün girişimleri saldırganca reddettiler.
Peki, insanların düşünce biçiminde eşitlikçilikten (egaliteryanizm) uzaklaşmaya sebep olacak ne yaşanmıştı? Arkeolojik, antropolojik ve genomik veriler, bu sorunun cevabının ortalama 10.000 yıl önce başlayan tarım devriminde olduğunu gösteriyor.

Avcı toplayıcılar daha az risk altındaydı

Modern tarım tekniklerinin olağanüstü verimliliği, Neolitik devrimin ilk zamanlarından yakın tarihe kadar çiftçi hayatının ne kadar istikrarsız ve riskli olduğu fikriyle ters düşüyor. Hem avcı toplayıcılar hem de ilk çiftçiler, kısa-dönem yemek sıkıntılarına ve ara sıra meydana gelen kıtlıklara maruz kaldılar. Fakat çiftçi toplumlar tekrarlanan, yıkıcı kıtlıklardan zarar görmeye çok daha fazla müsaitlerdi.
Avcılık ve toplayıcılık, düşük riskli bir yaşayış biçimiydi. Namibya’daki Ju/’hoansi avcı toplayıcıları, geleneksel olarak her biri farklı mevsimsel döngüye ve ekolojik öneme sahip olan ve farklı hava koşullarına karşı tepki anlamında çeşitlilik gösteren 125 farklı yenilebilir bitki türünden faydalanıyorlar. Hava durumu bazı türler için elverişsiz olduğunda başka bir bitki türünden yararlanabiliyor ve bu durum da kıtlık riskini düşürüyor.
Sonuç olarak, avcı toplayıcılar yaşadıkları çevreleri daima idareli kullandılar ve sadece anlık ihtiyaçlarını gidermek için çalışırlardı. Hiçbir zaman ihtiyaç fazlasını üretmenin yollarını aramadılar veya kaynakları sömürmediler. Çevrelerinin sürdürülebilirliği hakkında kararlı bir anlayışa sahiptiler.

Ju/’hoansi insanları, Afrika’nın güneyinde yüz binlerce yıldır yaşıyorlar F: James Suzman

Tarımla birlikte hiyerarşi yükseldi

Aksine, Neolitik çiftçiler yaşadıkları çevreyi kısıtlı hale getirmek adına sorumluluğu üstlendiler. Az miktardaki çok hassas olan mahsullere veya çiftlik hayvanı türlerine bel bağlamışlardı. Bu durum ise kuraklık gibi mevsimsel anormalliklerin veya hayvan hastalıklarının kaos ortamı yaratabileceği anlamına geliyordu.
Ve böylece tarımın dünya üzerinde yayılması, felakete sebep olan sosyal çöküşler ile noktalandı. Avrupa popülasyonları tarihi üzerine yapılan genomik araştırma, yaklaşık 7.500 yıl önce gerçekleşen Avrupa merkezindeki Neolitik devrimi ile çakışan birçok ani düşüşü gösteriyor.
Fakat, uygun hava, besleyici toprak, zararlı böceklerin azalması gibi iyi koşullar sağlandığında tarım, avcılık ve toplayıcılıktan çok daha verimliydi. Bu durum, çiftçi popülasyonların avcı toplayıcılardan çok daha hızlı büyümesine ve büyüyen popülasyonlarını daha küçük alanlarda sürdürmelerine olanak sağladı.
Ama başarılı Neolitik çiftçiler kuraklık, haşere istilası, kıtlık, donma ve afetlerin yaşanma korkusu yüzünden yine de eziyet çektiler. Zamanla, toplumlarda yaşanan bu büyük değişim aynı zamanda baskınlar, savaşlar, yabancılarla ilgili korkuları da beraberinde getirmişti ve son olarak da vergi ve tiranlık kavramlarını.

Ju/’hoansi’ler geleneksel olarak 125 farklı yenilebilir bitki türünden faydalanıyorlar. F:James Suzman
İlk çiftçilerin kendilerini çaresiz hissettiği de söylenemez. Eğer bazı şeyleri doğru yapsaydılar, korkularını besleyen riskli durumları minimuma indirebilirlerdi. Bu durum günlük yaşamları süresince kaprisli tanrılarını memnun etmek anlamına geliyordu, fakat asıl önemlisi ise ağır iş yükü ve ihtiyaç fazlası üretim için bir ödül demekti.
Avcı toplayıcılar, kendilerini verimli çevrenin bir parçası olarak görürlerken, çiftçiler kendilerini doğayı yönlendirebilen, eğitebilen ve kontrol edebilen kişiler olarak kabul ettiler. Fakat birçok çiftçinin de söyleyeceği gibi doğayı kontrol etmek fazlasıyla çalışma gerektirir. Bir toprak parçasının verimliliği, üstünde harcadığınız enerji ile doğru orantılıdır.
İçinde ağır işin bir erdem olduğu ve neticesinde bireysel zenginliğin, bir değer göstergesi olarak kabul edildiği bu prensip, tarım devriminin sosyal, ekonomik ve kültürel mirası anlamında en belirgin özelliğidir.

Çiftçilikten Savaşa

Ağır iş ve refah yaşam arasındaki bağın kabul edilmesi, insan tarihinde önemli bir role rahiptir. Özellikle, ihtiyaç fazlası ürünleri oluşturma ve kontrol etme becerisi, güç ve nüfuza ulaşmak için yol sağladı. Bu durum, modern ekonominin bütün temel unsurlarını hazırladı ve büyüme, verimlilik ve ticaret kavramlarına dair kaygılarımızı pekiştirdi.
Düzenli hale gelen üretim fazlaları, çiftçi toplumlarda daha az ani üretici rolü için alan yaratarak yüksek derecede farklılaşma olanağı sağladı. İlk başta bunlar tarımla bağlantılı (alet üreticisi, inşaatçı ve kasap) olsa da zamanla yeni sınıflar da ortaya çıktı: yağmur yağması için dua eden rahipler; çiftçileri düşmanlardan ve vahşi hayvanlardan koruyan savaşçılar; ekonomik gücü sosyal sermayeye çeviren politikacılar.
Erken Neolitik toplumlardaki eşitsizliği inceleyen bir araştırma, 20. yüzyıl antropologlarının daha önceden bildiklerini doğruluyor. Yani, çiftçi toplumları için yapılan karşılaştırmalı analizler gösteriyor ki, üretim fazlası miktarı arttıkça toplum içerisindeki eşitsizlik seviyesi de artıyor.
Bu yeni araştırma, MÖ 9000 ila 1500 yılları arasındaki 63 tane Neolitik topluma ait evlerin ortalama büyüklüklerine göre harita çıkarıyor. Bu harita sayesinde, her topluluktaki ev büyüklüğünün belirttiği “maddi eşitsizlik” ile insanların arazilerde daha fazla enerji sarf etmesini sağlayan “yük hayvanı kullanımı” arasında yakın bir ilişki olduğu gözüküyor.
Tabii ki, en sıkı çalışan erken Neolitik çiftçiler bile aynı toprak parçasında yıllarca bol miktarda hasat üretmeye devam edemediklerini öğrendiler. Daha büyük popülasyonları devam ettirme ihtiyaçları, istila etme ve savaş yöntemleri ile coğrafi genişleme dönemini harekete geçirdi.

Geçmişte yalnızca avcılık ve toplayıcılık ile hayatını sürdüren Ju/‘hoansi’ler şu anda daha çok tarımla geçiniyorlar F: James Suzman
Ju/’hoansi ve Afrika, Hindistan, güney ve kuzey Amerika ve güneydoğu Asya’daki çiftçi komşuları gibi 20. yüzyıl avcı toplayıcıları arasında gözlemlenen etkileşimler sayesinde biliyoruz ki tarım, çiftçi popülasyonların agresif genişlemeleriyle Avrupa boyunca yayıldı. Bu yayılmanın karşılığında ise avcı-toplayıcı popülasyonları kayboldu.
Tarım devrimi aynı zamanda insanların zaman algısını değiştirdi. Tohumlar, sonbaharda hasat edilmek üzere ilkbaharda ekildiler ve sonraki senelerde daha verimli olmaları için araziler nadasa bırakıldı. Böylece, çiftçilikle uğraşan toplumlar, emeklerinin karşılığının gecikmesi ile birlikte doğrudan geleceğe kesintisiz bir şekilde odaklandıkları umudun ve arzunun ekonomilerini yarattılar.
Modern yaşamın büyük bir kısmı, sosyal amaçlarından ve aşk hayatımızdan sağlımıza kadar her şeyi şekillendiren beklentilerden oluşan bir karışıklıktan ibaret. Bunun aksine avcı-toplayıcılar sadece anlık ihtiyaçlarını karşılamak için çalışırlar: ne geleceğe dair arzulara tutsak olarak ne de geçmiş başarıların tanıdığı önceliklerle yaşarlar.
Bir zamanlar, tarım devriminin nasıl insan toplumlarını değiştirdiğini anlamak entelektüel meraklılığa dayalı bir sorudan başka bir şey değildi. Şu an ise çok daha kullanışlı ve kaçınılmaz hal aldı. Kıtlık problemi gibi tarım devrimi ile ortaya çıkan zorluklardan bir çoğu teknoloji ile çözülüyor fakat ağır iş ve kontrolsüz ekonomik büyüme hakkındaki algımız değişmeden devam ediyor. Çevre ekonomistleri, bu takıntımızın bizim ve bir çok diğer türün geleceğini mahvetmemize sebep olacağını söylüyorlar.
Sonuç olarak, bu zamandaki sosyal, politik ve ekonomik yapımızın, insan doğasının bir kaçınılmaz sonucu olmadığını fakat yakın tarihimizin bir ürünü olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Bunun bilincinde olmak, çevremizle ve birbirimizle olan ilişkimizi değiştirmede daha yaratıcı olmamızı sağlayabilir. Homo sapiens tarihinin %95’i avcılık ve toplayıcılık ile geçmesine rağmen geriye içimizde çok az avcı toplayıcı ruhu kaldı.

The Guardian. James Suzman. 5 Aralık 2017.